Libya krizinin Türkiye'ye maliyeti

İslam ÖZKAN ANALİZ ETTİ...

Libya krizinin Türkiye

Türkiye’nin geçtiğimiz günlerde Trablus hükümetiyle imzalamış olduğu ve TBMM’nin de onayladığı ve sadece deniz hududunun çizilmesi ya da yetki alanlarının belirlenmesiyle sınırlı olmayan aynı zamanda güvenlik işbirliği anlaşmasını da içeren anlaşma, bölgede dengeleri falan değiştirmedi ama gerginliği yeterince artırdı. Türkiye, bu anlaşmaya istinaden elbette Libya’ya asker gönderebilir, ancak asker göndermenin de bir maliyeti olacaktır. Elbette burada ekonomik maliyetten değil, uluslararası ve siyasi maliyetten bahsediyoruz.

Türkiye’nin Libya’yla yapmış olduğu anlaşma, içerdiği yaptırımları ve aktörler üzerindeki etkileri bakımından değersiz değil elbette. Ancak bir anlaşmanın bizatihi yapılmış olmasından daha önemli olan şey, o anlaşmanın uygulanabilirliği, bölgesel ve uluslararası aktörlerin buna nasıl tepki vereceği ve en önemlisi de anlaşmayı imzalayan tarafların anlaşma maddelerini hayata geçirme kapasiteleridir. Uluslararası arenada yalnız kalmış ve bu yalnızlığı yanlış politikalarıyla sürekli olarak besleyen bir aktörün, diğerlerini karşısına alarak Libya’da çatışan taraflar içindeki en kırılgan aktörlerden biriyle yaptığı anlaşmanın sürdürülebilirliği oldukça tartışılır bir noktada duruyor. Anlaşma, gerginliğin tırmanmasına yol açarken Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah Sisi, geçtiğimiz gün yaptığı açıklamada Trablus hükümetinin paramiliter güçlerin esiri ve oyuncağı olduğunu söyledi, “Aslında Libya’ya askeri bir müdahalede bulunmamız gerekiyordu ama bunu yapmadık” şeklinde konuştu. Trablus hükümeti ise Kahire yönetimini Libya’nın içişlerine müdahale edip gerginlik tırmandırmak yerine, iki ülke arasındaki ilişkilerin tarihi seyrine uyumlu bir şekilde olumlu rol oynama çağrısında bulundu.

Trablus hükümetiyle yapılan anlaşmanın kırılganlığı ya da gücü/etkisi, Sirac hükümetinin askeri ve siyasi gücünün yanı sıra uluslararası aktörlerle ilişkisiyle ve sahip olduğu siyasi/askeri ittifakların dayanıklılığıyla da yakından alakalı. İlk bakışta Trablus hükümeti uluslararası aktörler tarafından tanınmış, dolayısıyla diğer yerel aktörlere göre daha avantajlı bir konumda görünüyorsa da durum hiç de göründüğü gibi değil. Sirac hükümetinin emri altındaki askeri güç, homojen olmayan hatta birbiriyle rekabet içerisindeki askeri gruplardan oluşuyor. Silahlı İslamcı gruplarla ittifak içerisindeki Mısrata güçlerini Trablus’tan kovarak hâkimiyetini ilan eden Sirac’ın bu başarısı tek başına hükümetinin geleceğini garanti altına almaya yetmiyor. Zaman zaman Sirac’a dahi başkaldıran, merkezi hükümetin başını ağrıtan grupların yer yer birbiriyle çatıştığı ya da çatışmanın eşiğinden dönüldüğü süreçler söz konusu.

Arap isyanları sürecinde Libya’da Kaddafi yönetimine karşı ayaklanmanın önemli merkezlerinden biri olan Mısrata da General Hafter’e ayak bağı olacak önemli bir kent. Ancak Mısrata güçlerinin Hafter’le sorun yaşamaları, Sirac hükümetiyle arasının iyi olduğu anlamına gelmiyor. Libya’da dengeler ikili bir rekabete ya da düşmanlığa indirgenemeyecek kadar karmaşık ilişki ve çatışmalar ağına sahip. Mısrata güçleri, başkent Trablus’un Hafter tarafından ele geçirilmesindense elbette Sirac güçlerinin kalmasını tercih eder ancak onlar, geçmişte yaşanan sorunlar nedeniyle, başkente yönelik operasyon ilan edildiği ana kadar Trablus hükümetine doğrudan destek vermekten kaçındı. Ancak Trablus’un düşme tehlikesi belirmeye başlayınca bu desteğin ilan edilebildiğini görüyoruz.

Öte yandan resmi tanınmayı elde etmese bile sahip olduğu uluslararası destek bakımından Sirac’dan daha avantajlı konumda olan ve merkezi Bingazi kentinde bulunan Hafter güçleri, haritada da görüldüğü üzere Libya topraklarının büyük kısmını elinde tutuyor. Resmen ilan etmeseler de iki büyük küresel güç ABD ve Rusya, Halife Hafter’e daha yakın bir konumda. Hatta Rusya’nın Wagner güçlerinin burada General Hafter saflarında çatışmalara katıldığına dair güçlü iddialar var. “el-Kerame” operasyonunu yürüten emekli General giderek ülkede daha geniş bir alana hâkim olurken 2014’ten bu yana IŞİD ve el Kaide örgütlerine karşı elde ettiği başarılar da Hafter’e uluslararası kamuoyunda daha sempatiyle bakılmasını sağlıyor. Güce tapılan bir dünyada uluslararası toplumun meşru ve haklının yanında olmalarını beklemek, zamanın ruhuna da mevcut uluslararası konjonktüre de uygun değil.

Suudi Arabistan ve BAE’nin sınırsız desteğini arkasına alan Hafter’in dünyada esen IŞİD’le mücadele rüzgârını arkasına aldığı süreçte Fransa başta olmak üzere bazı AB ülkelerinin, ABD ve Rusya’nın desteğine giderek daha fazla kavuştuğu bir sürece tanıklık ediyoruz. Trablus hükümetinin ise Türkiye ve Katar dışında bir destekçisi hemen hemen yok gibi.

Ancak Hafter’in “İslamcı terör”e karşı savaşımında gerçekleştirmiş olduğu infazlar ve insan hakları ihlalleri ise dünya kamuoyunda IŞİD vahşetine duyulan tepkiler nedeniyle görülmüyor bile. Tersine elini güçlendiriyor. Sirac hükümetinin BM tarafından tanınan meşru bir hükümet olmasına rağmen “İslamcı milisler”le işbirliği içerisinde olduğuna ilişkin propagandaların etkisi ve gücü, Hafter’in bu noktada daha kararlı olduğuna ilişkin algı nedeniyle çok daha fazla iş yapıyor.

Dolayısıyla Libya’nın gerek son derece girift siyasi ve askeri krizleri gerek aktörlerin çeşitliliği gerekse buraya siyasi anlamda yatırım yapan uluslararası aktörlerin beklentileri bakımından en az Suriye kadar hatta ondan daha kompleks ve sorunlu hale gelmiş durumda. Bu nedenle Türkiye’ye maliyeti en az Suriye kadar ve ondan da fazla olabilir. Türkiye, nasıl ki bölgenin kaderini belirlemek, Arap isyanlarının dalgasını yanına almak gibi büyük beklentilerle Suriye’de büyük bir maceraya girerek hiç beklemediği krizlerle yüzleşmek zorunda kaldıysa aynı krizlerle Libya’da da yüzleşebilir. Bu nedenle Türkiye’nin asker gönderirken bir kez değil bin kez düşünmesi gerekiyor.

Kaynak: Aljazeera/30 Ocak 2019 tarihi itibarıyla Libya’da çatışan güçlerin dağılımı. Şura Meclisi güçleri (Yeşil) IŞİD’e bağlı güçler (Gri taralı bölge) Trablus hükümeti (Mavi) Silahlı kabile güçleri (Mor) Tebv kabileleri (Sarı)