Siyaset biliminin kült eserlerinden Leviathan’da 1651’de Thomas Hobbes devletin neden ve nasıl oluştuğunu anlatırken ortak iyi ve güvenlik için bireylerin sosyal mutabakat çerçevesinde kendilerini yönetme hakkını bir egemene devrettiklerinden bahseder.
Leviathan kökeni kutsal kitaplara kadar giden bir kelime. Deniz canavarı anlamına da geliyor. Buradan hareketle devlet bir yerde toplumsal hayata güvenliği ve ortak iyiliği sağlamak için ağır bir otorite ile çöken, kontrol eden canavar gibi güçlü bir yapıya karşılık geliyor.
Bolu’da gözlerimizin önünde yanıp kül olan sadece denetimsiz, ahbap-çavuş ilişkileri ile para kazanmaktan başka önceliği olmayan çürümüş bir hırs ve onun kurban ettiği canlar değil toplumsal hayatın her anını denetlemesi gereken kamu otoritesi idi. Ki o otoritenin insan hayatı için güvenlik, hijyen, sağlık, adalet standartlarını sınırları dahilinde her köşede hakim hale getirmesi beklenir.
Geçin sınırlar dahilinde her yerde asgari bir kaliteyi ve standardı hakim kılmayı, vatandaşlarını İstanbul ya da Ankara’nın iki ilçesinde bile neredeyse ayrı ülkelermiş gibi iki ayrı geliş(me)mişlik seviyesine mahkum eden devletin Bolu’da nasıl erdiğini gördük.
Kartalkaya’da yanan otelden kimin sorumlu olduğuna dair insanın içini kaldıran, kusma dürtülerini tetikleyen çiğlikte suçlama yarışı süredursun an itibarıyla memleket, görünürde güçlü ama gerçekte hantal ve anlamsızlaşan bir devletin çökerken çıkardığı çatırtıları dinliyor.
Eğer devletten anladığımız sadece dış saldırılara güvence sağlamak, bölünmemek, güçlü kaslara sahip olmak ve bunun dışında tüm refah ve gelişmişlik ya da daha doğru ifade ile insan olma parametrelerinin güvenlik ihtiyacına ram olması ise sorunumuz yok.
Ancak bugün elimizde her geçen gün büyüyen, büyüklüğü ile iftihar eden, varlığını varlığımıza değil varlığımızı varlığına payanda kılan bir devlet var.
Kişi başına polis sayısı Avrupa’da diğer örneklerle kıyas kabul etmeyecek kadar yüksek olan ama arkası güçlü suçluları yakalayamayan, uluslararası suç örgütlerine üs olan, bakan değişince birden çetelerin farkına varan, kimleri yakalamayı bugün uygun bulmadığını ise bilemediğimiz, en büyük adalet saraylarına sahip ama yakını olan suçluyu içeride tutamayan, adalet dağıtması gerekenlerin güvenmediği bir devlet.
Dev şehir hastaneleri olan, çektiği MR sayısının yüksekliği ile iftihar eden ama işin uzmanı olan doktorların o MRları ciddiye almadığı, nicel olarak zirvelere oynayan nitel olarak her gün irtifa kaybeden bir sağlık sistemine sahip bir yapı.
Milyonlarca öğretmeni-öğrencisi, binlerce binası olan ama eğitim sisteminden eğitimin başındakiler ve iktidar dahil kimsenin mutlu olmadığı, yüksek öğretimin sadece işsizliği belli bir yaşa ötelemenin dışında anlamını kaybetmekte olduğu bir ülke.
Devletin aslında ne kadar “olmadığı” ya da “olması gerekenin çok altında” olduğu defalarca yüzümüze vuruldu.
Orman yangınlarını söndürecek tertibatın olmadığını ya da eksikliğini ancak büyük yangınları gördükten sonra anlayabildik. Dereler taşıp, insanlar sellerde yitip gittikten sonra şehirlerin kurulmaması gereken yerlere devletin izni hatta yönlendirmesi ile kurulduğunu gördük.
Kahramanmaraş depreminde 50 binin üzerinde insanı kaybederken öngörmesi, düzenlemesi, denetlemesi gereken devletin öngörmediği, denetlemediği, düzenlemediği o Şubat ayının keskin soğuğuyla birlikte yüzümüze çarptı.
Alkollü içeceklere kimlik tercihi ve para ihtiyacı ile vergi üzerine vergi koyarken kaçak alkolden 40’a yakın kişinin ölmesini seyreden bir devlet. Bolu yangını ile birlikte bir haftada 100’den fazla insanın devletin yapması gerekeni yapmaması, acizliği, yanlış politik öncelikleri sebebiyle hayatını kaybetmesinden sonra “Savaşta mıyız? Ne bu ölümler?” sorusu cari, meşru ve hatta mecburi değil mi?
Bugünkü iktidarın kendisine bağlı resmi ve gayri resmi yayın organları eliyle kendini temize çıkarma çabası bu sorulara yanıt olmaya yeter mi? Deniz canavarı gibi güçlü ve hatta ceberrut Leviathan’ı geçelim vatandaşının kaldığı otelde huzurla uyumasını sağlayacak kadar basit standardı sağlayacak bir devlet beklemek çok mu fazla?
Büyüdükçe daha çok görünürleşen, daha çok göründükçe aslında göründüğünden çok daha zayıf olan bir devletin yapabildiği ise sadece yayın yasaklarıyla çürümeyi, kapasitesizliği, sistemin erimesini, vasatlaşmayı gizlemeye çalışmak. Acı olan toplumun önemli bir kesiminin bu üstü örtmeyi ve yok saymayı kabullenmeye hazır bulunması.
Toplumsal süreçleri ya da devlet ölçeğinde durum tespitlerini mutlak siyah ya da mutlak beyaz olarak tarif etmek imkânsız.
Ama Bolu’da kaybettiklerimiz, siyaha yakın koyu gride debelenen bir ülkenin çaresizliğinin yangın sırasında göğe yükselen kesif dumanlar gibi sessiz çığlığı oldular.
Allah baş harfi büyük devlete zeval vermesin de küçük harfle bile olsa insana, bireye olanların hesabını kim soracak?