Bugün, köklü bir zihniyet değişimi geçirmezsek çözemeyeceğimiz en önemli ve hayatî sorunumuz ortak yaşam duygusunu ve ortak değerleri yitirmiş olmamız. Toplum, derin fay hatlarıyla birbirine güvensiz hatta düşman cephelere ayrılmış durumda
HDP milletvekili Oya Ersoy‘un Meclis Genel Kurulu’nda Öğretmenlik Meslek Kanunu tartışılırken sarf ettiği, “Size neden gerici diyoruz, çünkü sizler 500 yıl geride kalmış Osmanlı’yı, 1500 yıl geride kalmış din esaslı toplum düzenini yeniden hortlatmaya çalışıyorsunuz” sözlerini duyduğumda, savunduğu doğruları gericilik ve din esaslı toplum düzeni, vb. atıfları yapmadan dile getirebilseydi keşke diye düşünmüştüm. Meclis’te yapılan bu türden konuşmalarda maksat, milletvekillerini ve toplumu yanlışa karşı uyarmak, doğru bilinene ikna etmektir. Belli kişi ve kesimlerin (haklı haksız, anlamlı anlamsız, gerçek ya da öğretilmiş) hassasiyetlerini kaşıyan ifadeler bu amaca hizmet etmez, etmiyor da.
HDP milletvekilleri Hüda Kaya ve Ömer Faruk Gergerlioğlu partidaşları Ersoy’un sözlerine itirazlarını dile getirdiler. Bu hassas, bir o kadar da önemli konuya girmeye niyetim de cesaretim de yoktu. Ama t24’te Tolga Şirin’in “Gericiye gerici denir” yazısını ve Berrin Sönmez‘in özgürlükçü laiklik meselesine boyut ve açıklık getiren değerli yazılarını okuyunca birkaç satır yazmaktan kendimi alamadım.
Kişiler gibi toplum kesimlerinin de hassasiyetleri vardır
Bugün, köklü bir zihniyet değişimi geçirmezsek çözemeyeceğimiz en önemli ve hayatî sorunumuz ortak yaşam duygusunu ve ortak değerleri yitirmiş olmamız. Toplum, derin fay hatlarıyla birbirine güvensiz hatta düşman cephelere ayrılmış durumda. Özellikle siyasal İslamcı faşizan iktidardan kaynaklanan saldırgan kin ve nefret söylemi muhalefete aksedip cepheleri tahkim ediyor. Toplumsal dokumuz dağılıyor, çürüyor, insanımız kirleniyor, kötücülleşiyor, saldırganlaşıyor. Siyasal kamplaşmayı çok aşan, toplumun farklı kesimleri arasında düşmanlık duvarları yükselten bu çatışma ortamında, bırakın “biz” olmayı bir arada yaşamak bile güçleşiyor.
İçine itildiğimiz fay yarıklarının en derin ve kökleşmişi: dindar-laik karşıtlığıdır. (Müslüman muhafazakâr- Kemalist cumhuriyetçi de denebilir mi?) Geleneksel sol/sosyalist kesimler de dahil, laik mahallede bu ikilemin ilerici-gerici nitelemesiyle belirlenmesi yaygındır. Bu türden kavramlaştırmaların tümü gibi sübjektif ve çoğunlukla önyargılı olması bir yana ilericiliğin gericiliğin ne anlama geldiği, terazisinin kimin elinde olduğu, hangi ölçütün kullanıldığı da başlıbaşına bir sorundur. (Örneğin “Gericiye gerici denir” yazısında adı geçirilen, hatta şeriatçı olup olmadığını bildirmesi istenen Gergerlioğlu benim ölçülerime göre evrensel insanî değerleri savunması, mağdurların hakkına hukukuna kimlik gözetmeden sahip çıkması, çağdaş değerleri benimsemesi açısından “ilerici”nin hasıdır.)
Her toplumsal kesimin, hepimizin hassasiyetlerimiz vardır ve hassasiyetlerin doğrusu yanlışı, haklısı haksızı olmaz çünkü toplumsal hassasiyetler de tıpkı bireysel hassasiyetler gibi, maruz kalınmış davranışların, olayların, ötekileştirilmenin, tarihsel travmaların ürünüdür; kökleri derinlerdedir, kuşaklar boyunca insanların bilinç altına işlemiştir.
Dindarların hassasiyetinde laiklerin payı yok mu?
Dindar kesimin (Müslüman muhafazakârların) kimimize aşırı, anlamsız, “buluttan nem kapmak” olarak görünen hassasiyetlerinde Kemalist cumhuriyet ideolojisinin ve kendilerini ülkenin de cumhuriyetin de aslî sahipleri gören, “cahil ve geri kalmış halkı uygarlaştırmayı” misyon edinmiş egemen elitlerin payını hiç düşündük mü?
Ben bütünüyle laik, hatta laikçi bir çevrede yetiştim. Cumhuriyetin ilk öğretmenlerinden olan annem için, başta örtülü kadınlar, namazında niyazında yoksul halk cahil ve gericiydi. 80 yaşındayken bile televiyonda üniversiteye girme mücadelesi veren tesettürlü genç kızları, hele de çarşaflıları gördükçe, “Bunlara kim izin veriyor, bu karaböcekleri kim meydanlara salıyor. Çıkarsın örtüsünü, efendi efendi okusun” diye söylenir, “Ah Atatürk, gel de gör memleketin hâlini” diye hayıflanırdı. Çocukluğumda, gençliğimde, gazetelerde çıkan “ticanî” (gerici, yobaz) karikatürlerini hatırlıyorum: Takkeli, çember sakallı, eli tespihli, poturlu, ürkütücü görünümlü bir adam, arkasında kara çarşaflı dört kadın… 1990’larda bile aynı karikatürlerin benzerleri “ilerici” gazetelerimizde boy gösteriyordu. Birini hatırlıyorum: önde yine yukarda sözünü ettiğim tip, arkasında kara çarşafa bürünmüş dört domuz… 1999 yılından bir başka görüntü: Yer, Büyük Millet Meclisi Genel Kurul salonu. Seçilip mazbatasını almış örtülü bir kadın milletvekili genel kurulda yemin edecek. Kürsüye çıkıyor ama protestolara rağmen başörtüsünü çıkarmıyor. Kıyamet kopuyor. Başbakan Ecevit, “Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz” diyerek kürsüye yürürken bir DSP’li milletvekili elinde tuttuğu, üzerinde “Deyyusu ekber” yazılı kartonu sallıyor.
Kimileri kabul etmek istemese de, “Biz de Müslümanız ama gerici değiliz, laikiz, hiçbir zaman da ezilmedik” dese de, Müslüman muhafazakâr kesim 2000’lerin başında siyaset sahnesine çıkıp iktidar olana kadar ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördü. O karikatürleri görerek büyümüş, eve temizliğe gelen örtülü kadının örtüsünün çıkarılmasının istendiğine tanık olmuş, üniversiteye devam edebilmek için peruka takmak ya da okumaktan vazgeçmek zorunda kalmış, kamusal alanda ayrımcılığa uğramış kuşakların hassasiyetinde laik mahallenin payını görmezsek, çözüm de bulamayız.
Berrin Sönmez konuya ilişkin yazısında “Dindarlar kendilerini her söz ve davranıştan kırılacak kadar zayıf porselen biblo olarak görmekten uzaklaşabilseler keşke,” diyor. Sevgili Sönmez bu hassasiyetleri aşmış, ötesine geçmiş bir kişilik ama geniş kitlelerin aşmasını bekleyemeyiz. Hele de dinle îmanla ilişkisi kalmamış siyasal İslam’ın sürekli yara kaşıması ve provokasyonlarını hesaba katacak olursak… Yine aynı yazıda, “Geri kavramının her kullanılışında din ve dindara hakaret çıkarma garabetinden de kurtuluruz” cümleciğini okurken, kendisinin “geri” değil aksine her anlamda ortalamadan çok ileri olduğunu bilen inançlı bir kadın veya benim gibi inançsız biri olarak hakaret çıkarmayacağımız bu nitelemenin, aynı rahatlıkta olmayan, aynı özgüveni taşımayan dindar kesimlerce aşağılama olarak algılanacağını ve tepki doğuracağını düşünüyorum.
Benim derdim fay hatlarını aşabilmek
Bunları polemik yaratmak, kısır tartışmalarla oyalanmak için değil birbirimizi daha iyi anlayabilmemiz; her kesimin ötekinin hassasiyetini anlamsız, yersiz, abartılı da bulsa anlamaya, gözetmeye, yaraları sarmaya çalışması gerektiğini düşündüğüm için yazıyorum. Kastettiklerim; mağduriyetten beslenen, hassasiyetleri istismar ederek iktidar devşirmeye çalışan siyasal İslamcı din ve inanç bezirgânları değil, hassasiyetlerinin gözetilmesi, endişelerinin giderilmesi gereken geniş halk kesimleri.
Hastalanmış toplumumuzun hiç değilse normale dönebilmesi için, yeniden ortak yaşam umudu beslemeye başlayabilmemiz için fay kırığını derinleştirmekten kaçınmamız, öteki’nin inancına değerlerine, benimsemesek de saygılı olmamız, kendi doğrularımızı karşıdakini kemikleştirip düşmanlaştırmadan savunmamız gerekmez mi? Ötekini gerici olarak nitelemek bizi ilerici yapmıyor, olsa olsa ötekine ulaşmamızı engelliyor.
Tıpkı Kürt meselesinde olduğu gibi bu konuda da zihniyet değişimine ihtiyacımız var; önce kendimizden başlayarak…
Kaynak. farklibakis.net