Laiklik meselesi, anayasaya konulduğu günden beri tartışılıyor. Tartışmalardan anlaşılan şu ki bu kavram tartışmalı bir kavramdır, yani ne olduğu belirsiz ve taraflarca üzerinde uzlaşılmış bir tanımı yoktur. Eğer anayasalar sivil olsaydı ve milletin temsilcileri uzlaşarak bir anayasa yapsalardı, o zaman böyle bir tartışma ortaya çıkmayacaktı. Sorun anayasaların yapılış biçimindedir. Yapılış biçimi yanlış olan anayasa, içerdiği ilke, norm ve kriterler açısından da yanlışlıklarla maluldür. Bu yazımda laiklik konusu seçmemin iki özel nedeni var. Birincisi Mümtazer Türköne ile yapmakta olduğumuz tartışmada laiklik kelimesi masum ve hala savunulan bir ilke olarak gündeme getirilmiştir. Afganistan ve Taliban örneğine atıfta bulunarak Türköne Türkiye tipi laikliğin erdemlerinden bahsetmektedir.
İkincisi de yeni anayasada laikliğin nerede olacağına ilişkin bir tartışmada TBMM eski Başkanı ve Cumhurbaşkanlığı YİK Başkanvekili İsmail Kahraman “dindar anayasa” çıkışı yaparken, AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik ise “Laikliğin anayasadan çıkarılması gibi bir teklife AK Parti’nin olumlu bakması mümkün değildir” diyerek laiklik anayasanın başında yer alacaktır açıklamasını yapmıştır. Burada hemen hatırlatalım: Kahraman’ın sözleri bazı gazetelerde ve siyasi kesimlerde çarpıtılarak verilmiştir, adeta dine göre düzenlenmiş bir anayasa talep ettiği şeklinde değerlendirmiştir. Oysa İsmail Kahraman 1924, 1961, 1982 anayasalarına atıfta bulunarak dinle ilgili düzenlemelerin yer alması gerekliliğine işaret etmiştir. Yani laikliğin din karşıtlığı olmadığını hatırlatmıştır. Dolayısıyla ortada bağırıp çağırmaya gerek olmayan, oldukça sıradan bir çıkış yapmıştır.
Hükümet kanadında laiklik değil, “laikçilik” tartışılmaktadır. Nitekim Ömer Çelik de AK Parti döneminde laikliğin değil, laikçiliğin devre dışı bırakıldığını söylüyor. Ana muhalefeti temsil eden CHP, öteden beri sıkı bir laiklik taraflısı ve her iktidar değişikliği döneminde laiklik adına krizler çıkartmak için elinden geleni yapmıştır. Peki, şu soruyu soralım: Şimdi iktidar ve muhalefet gerçekten laiklik konusunda uzlaşmış mıdır? Yani laikliğin tanımı konusunda aralarında bir sorun yok mudur? Türkiye, uzun senelerden sonra gerçekten de böyle bir aşamaya mı gelmiştir?
Bu sorulara olumlu cevap vermek mümkün değil. Deyim yerinde ise kullanılan kelime (laiklik) aynı ama bundan kastedilen şeyler farklıdır. Ben de tam bu noktada, Mümtazer hocanın görüşlerine de atıf yaparak konuyu ele almak istiyorum. Her şeyden önce şunu belirteyim: Hocanın görüşlerini anlamakta zorlanıyorum. “Laiklik Kimi Korur?” adlı yazısında devlet ve din arasında dört tip ilişki ve modelden bahsederken, bizdeki modeli şöyle tanımlıyor:
“Dinin kontrolündeki devlete teokrasi denir; aslında burada yöneten din değil ruhban sınıfı ve onların tekelindeki din yorumudur. İkincisinde devlet dini yasaklar. Sovyet döneminde Arnavutluk’ta en ileri örneği görülen bu model dinsiz devlet modelidir. Üçüncüsünde devlet dinlere eşit mesafede durur ve taraf olmaz, din işlerine bulaşmaz. Buna kabaca laiklik deniyor. Dördüncüsü ise tam olarak bizdeki model. Devlet toplum üzerinde bu kadar etkili olan dini, bütünüyle kendi kontrolüne alır ve ihtiyaçlarına göre dinin çerçevesini, kurumlarını ve kurallarını belirler. Bizde geçerli olan bu model de yeni değil, hatta Osmanlı’dan önceye dayanıyor. Bu modeli ilk kuran Muaviye’dir. Muaviye’nin kurumlaştırdığı Şeriat modeli bütünüyle yeni devletin ihtiyaçlarına bir eldiven gibi oturmaktadır. İktidarın işine yaramayan din yorumu yasaklanmakta ve taraftarları yok edilmektedir. Ulema-i Rüsûm vasfı devletin resmi görevlisi olan fetva mercilerini ifade eder ki, Diyanet rüsum uleması geleneğini olduğu gibi devam ettirmektedir.”
Ben de, önceki yazılarımın birinde bizdeki modeli laiklik değil, “bizanstinizm” olarak tanımlamış ve bize bunun laiklik olarak yutturulduğundan bahsetmiştim. Buraya kadar Törköne ile galiba hemfikiriz. Türkiye’de laiklik filan yok ve bize başka bir model, bu adla empoze edilmiştir. Bu modelin tarihten bize intikal etmiş olmasının hiçbir önemi yoktur. Bu model devleti ve iktidarı merkeze alan ve her şeyi onun keyfiyetine göre düzenleyen faşistik bir modeldir. “Faşistik” derken bir aşağılama ve damgalama peşinde değilim, bununla devleti yücelten, onu en yüce değer olarak gören bir anlayışı kastediyorum.
Fakat Türköne’nin fikirlerinde anlamadığım ve buradaki fikirle oldukça çelişkili olan bir başka iddiasıdır. Onu da “Taliban’dan Sonra Şeriat, Laiklik ve Diyanete Yeniden Bakmak” adlı yazısında dile getirdi.
“Türkiye eşsiz, benzersiz bir örnek. Hem laik bir düzenimiz var, hem de onun yanı başında, dindarları benimsediği dini kurallarla huzur içinde yaşatacak bir şeriat düzenimiz. Anayasal omurgamız kendi içinde, dini bütün Müslümanların huzur içinde inançlarına göre yaşayabildikleri bir Şeriat Düzeni barındırıyor, hatta bu düzene devletimiz kefil oluyor. Üstelik bu düzen “kurucu irade”nin eseri, yani Cumhuriyet’i kuranların tercihi. Ne olduğunu anlamak için sadece bir tek kanunu, üstelik bir cümleden ibaret olan devrim niteliğinde bir kanunu dikkatle okumak yeterli. Mart 1924’te diğer iki devrim kanunu ile birlikte çıkartılan 429 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran kanundan bahsediyorum. Nedense hararet yüklü laiklik tartışmalarında bu kanunun hakkettiği değeri verip referans gösterene rastlamadım. Hâlbuki çok önemli.”
Kanunun ayrıntılı açıklamasını yaptıktan sonra yazısının devamında “Formül çok sağlam ve bugüne kadar aksamadan işledi” diyor. İsmail Kahraman’ın da görüşleri bu noktada düğümleniyor. Türk tipi laikliğe karşı çıkmak bir yana, onu korunması gereken bir nimet olarak görüyor. “Dindar anayasa” bağlamında şunları söylüyor:
“Yeni Anayasa’da din olmalı. 1924, 1961, 1982 anayasaları ‘dindar bir Anayasa’dır. Bütün bu anayasalarda din vardır, din dersleri vardır, Diyanet İşleri Başkanlığı vardır, din görevlileri maaşını devletten almaktadır. Dini bayramlar, resmi tatil günleridir. Türkiye, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın üyelerinden birisidir. Hatta İSEDAK’ın başkanı Cumhurbaşkanımızdır. İçinde olduğumuz çevrenin dışındaymış gibi davranmak çok yanlıştır. Laiklik dünya anayasalarında 5 anayasada ilke olarak var. 195 ülkenin 5 tanesinde laiklik ilke olarak geçiyor. Yalnızca Fransa’da ‘din yok’ manasında kullanılıyor, diğerlerinde dine karşı oluş yok. Dinle barışık bir anayasa hepsinde var.”
Türköne’nin görüşlerine gelirsek, sizce birinci iddia ile ikincisi arasında bir tutarlılık var mı? Bir taraftan laiklik yok, benim tabirimle bizanstinizm var diyeceksin, diğer taraftan da eşsiz, sağlam ve bugüne kadar aksamadan işleyen bir düzenden bahsedeceksin. Öyle bir düzen ki, hem laikleri tatmin ediyor, hem de anti-laik Müslümanları. Hem laik bir devlet var hem de bu devlet bir şeriat düzenine müsaade ediyor.
Kanaatimce, yeni anayasada laiklik hiçbir yerde, ne başında ne ortasında ne de sonunda yer almalıdır. Eğer alacaksa mutlaka tanımsız bırakılmamalı, tanımlanmalı ve bu tanım üzerinde uzlaşma sağlanmalıdır. Yurtdışında iken arkadaşlarla Türkiye’deki laiklik tartışmalarını izliyor ve Avrupa perspektifinden anlamaya çalışıyorduk. Bir ara siyaset bilimci bir arkadaşım dedi ki: “Laiklik tanımlanamıyorsa kavram olarak anayasada olmamalı, onunla ne ifade edilmek isteniyorsa o fikir açıkça yazılmalı. Sözgelimi laiklik din ve inanç özgürlüğünü güvence altına almak amacıyla konmak isteniyorsa, bu söylenilip bununla iktifa edilmelidir.” Ben de o zamanlar bir dergide bu noktada görüşlerimi ifade etmiş ve artık enigmatik bir hale gelmiş olan bu laiklik kavramı terk edilmeli ve yerine “çoğulculuk” ikame edilmelidir demiştim (Bu makale için bakınız: K. Canatan, Din ve Laiklik, İnsan Yayınları, 1997).
Mümtazer Türköne “Şeriat’in “Kader”i” adlı yazısında uzlaşım sağlayabileceğimiz bir noktaya gelmiş görünüyor. Diyor ki: “İktidar tutkusu için dini sopa gibi kullananlar, inancını zorla dayatmaya kalkanlar olmasaydı laiklik diye bir prensipten hiç haberimiz olmayacaktı. Taliban’la başlayan, Türkiye’de Diyanet üzerinden süren tartışmada benim sorum hep aynı kalacak: Müslümanı Müslümandan koruyacak bir şeriat yorumuna, laiklik dışında herhangi bir garanti bulabilir misiniz? Laiklik, Şeriat düzeninin muadili alternatif bir düzen değil, sadece basit bir prensip: Din-inanç kavgalarının önüne geçmek için devlet otoritesini dinler ve din yorumları (Şeriatler) tartışmalarında tarafsız konuma getirin, insanlara inançlarına göre farklı davranmayın. Hepsi bu kadar.”
Bu sözlerle birlikte, laiklik tartışmalarına yeni bir ivme kazandırmak için yeni anayasa için benim önerdiğim üç şey var.
- Anayasa “toplumsal” bir “sözleşme”dir. Toplumdaki farklı kesimler ve temsilcilerinin hiçbiri dışlanmadan, temel meseleler müzakere edilerek üzerinde anlaşmaya varılan ilke ve fikirler anayasaya konulmalıdır. Üzerinde uzlaşma sağlanamayan konular anayasa dışında kalmalı ve müzakere edilmeye devam edilmelidir.
- Devlet, hiçbir din ve ideoloji temelinde kurgulanmamalıdır. Ne kemalizm, liberalizm veya sosyalizm gibi ideolojiler ne de İslam, Hristiyanlık ve Budizm gibi dinler resmi ideoloji olamazlar. Devletin dayandığı temeller, anayasayla kendisine verilen misyon ve görevlerden ibaret olmalıdır.
- Devlet, toplumda varolan ve yaşayan tüm dinler, cemaatler ve tarikatlar karşısında nötral/tarafsız olmalıdır. Onların ne kurumlarına ne de öğretilerine müdahale etmemelidir. Toplumun çoğul bir yapıya sahip olduğu gerçeğini kabul etmelidir.
Ben, özellikle son iki noktayı özetlemek ve bir kavramla ifade etmek için “çoğulcu(luk)” (plüralistik/plüralizm) kavramını öneriyorum. Hatta bu kavramı sadece dini grupları ve oluşumları ifade etmek için değil, etnik ve kültürel kimlikleri de kapsayacak şekilde kullanıyorum. Çünkü plüralizm hem siyasette, hem de sivil dini, etnik ve kültürel hayatta çeşitliliğe saygıyı ifade eden ve tanıyan bir tutum ve yaklaşımdır.
Kaynak: Farklı Bakış