Kadir Canatan Yazdı;
Bir önceki hafta Diyanet’in yapısal ve eleştirel bir analizini yapmıştık. Bu arada Mümtazer Türköne “Taliban’dan Sonra Şeriat, Laiklik ve Diyanete Yeniden Bakmak” adlı yazısıyla dikkat çekti ve kendisinin Ali Bulaç’ı tartışmaya davet etmesiyle yeni bir tartışma da başlamış oldu. Türköne, yazısında “laik düzen”e sahip çıkarak “şeriat düzeni”nin tartışmaya açılmasını savunuyor. Yazısını şu cümleyle bitiriyor: “Uzun soluklu bir Şeriat tartışmasının başındayız.” Bu tartışmanın açılmasına sebep olan olay, bir yandan Afganistan’da Taliban’ın iktidara gelmesi ve şeriat düzenine geçtiğini açıklaması, diğer yandan da Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanı’nın malum duasıdır.
Her şeyden önce kendisine çok saygı duyduğum Türköne ile laiklik konusunda görüşümün aynı olmadığını belirtmek isterim. Bir önceki yazımda da ifade ettiğim gibi Türkiye devleti laik değildir. Laikliğin olmazsa olmaz şartı, kilise-devlet ikileminin olmasıdır. Hristiyan Batı dünyasına özgü bu ikilem, uzun tecrübelerden sonra bu iki kurumun birbirinden ayrılmasıyla sonuçlanmış ve böylelikle laiklik ortaya çıkmıştır.
Laiklik, Avrupamerkezcil bir ilke ve kurumdur. Bunun Müslüman coğrafyaya aktarılması ve uygulanması, bu coğrafyanın ruhuna ve bedenine aykırıdır. Yine önceki yazımda belirttiğim gibi Cumhuriyetin kurucuları bunun farkındadırlar ve bunun için “Diyanet” denilen kurumu, Kilise kurumuna karşılık olarak ihdas etmişlerdir. İslam’da ve Müslümanların tarihinde “Diyanet” diye bir kurum yoktur. Diyanet “bidat” bir kurumdur!
Peki, Diyanet diye bir kurum ihdas ederek laiklik sağlanmış mıdır?
Kesinlikle hayır. Çünkü Cumhuriyetin kurucuları Diyanet diye bir kurumu ihdas ettikleri yetmiyor gibi bu kurumu devlete bağlayarak laikliğin ruhuna ve doğasına aykırı bir iş de yapmışlardır. Başka bir deyişle kurucu kadro hem İslam’ı hem de laikliği tahrif etmiştir. Böyle bir düzeni, ne yazık ki Türköne de dâhil olmak üzere yüzlerce aydın ve entelektüele de laiklik diye yutturmuşlardır. Bu Cumhuriyetin resmi ideolojinin, siyaset, eğitim, kültür ve medya yoluyla yürüttüğü politikasının ne kadar güçlü olduğuna bir delildir. Açık söylüyorum: Zihinler müşevveş edilmiştir!
Madem ki “şeriat düzeni” konusunda da akıllar karışık, o zaman bugünkü yazımı bu konuya ayırmak istiyorum. Türköne, hem İslam âlimi hem de sosyolog olması nedeniyle Ali Bulaç’ı bu konuda otorite olarak kabul etmiş ki, kendisiyle bu konuda bir tartışma yürütmek istiyor. Ben de kendisiyle bu konuda hemfikirim. Türkiye’de “şeriat düzeni”nin ne olup olmadığını açıklığa kavuşturacak en önemli isimlerden biri Ali Bulaç’tır. Onun “müzakere” niteliği taşıyacak yazılarını merakla bekliyoruz.
Benim gibi İslam’ı Kur’an kurslarından veya imamlardan değil de, kitabi kaynaklardan kendi kendine öğrenmiş (otodidakt) bir kişiyi çok kişinin dikkate almayacağını biliyorum. Ama söyleyeceklerimin bir temeli var, ikna edici bulmayan oturup en az benim kadar bu konulara çalışarak karşımıza çıkmalıdır. Bu tür ciddi meselelerde hiç affetmeyeceğim bir şey, kolaycılıktır.
Şunu çok iyi biliyoruz: Şeriat kelimesi, Kur’an’da birkaç yerde geçmekle birlikte merkezi bir kavram sayılmaz. Merkezi bir kavram olmamakla birlikte Kurani bir kavram olduğundan hiç şüphe yoktur. Erken dönem Kuran sözlüğü olan yazarlarından İsfahani’ de Müfredat’ında bu kavrama yer vermiştir. Kelime anlamı itibariyle şeriat “suya giden yol” anlamına gelmektedir. Yani şeriat, bizi içip kanmak istediğimiz bir kaynağa götüren bir yoldur. Din, mezhep, ve tarikat gibi kelimelerin hepsi “yol” anlamına gelir. Demek ki din de irili ufaklı yollar vardır.
Nitekim Kur’an’da “her biriniz için bir şeriat yaptık, bir de minhac” (Maide/48) ifadesi insanların üzerinde yürüdüğü yollara dikkat çekmektedir. Şeriat gibi minhac da, “yola girmek, yolu takip etmek” (nehc) fiilinden türemiş ve mecazi anlamda “Bir kimsenin belirli bir amaca, ideale erişmek için tuttuğu yol, benimsediği inanç, görüş” demektir.
İsfahani, bu ayeti yorumlarken iki açıklama yapmaktadır. Birinci olarak bu ayet Allah’ın her bir insanı belirli bir amaç ya da amaçlar doğrultusunda sevk ettiğine işaret etmektedir. İkinci olarak kişilerin iradi olarak ardına düşecekleri şeriatların farklı farklı olduğunu haber vermektedir. Bu ikinci anlamında İsfahani şeriatı “neshin gerçekleştiği din” olarak tanımlamaktadır.
Bu sözlük bilgilerinden sonra, daha ileri bir tartışmaya geçmek için şunu da söylemeliyiz: Her ne kadar şeriat kelimesi merkezi bir kavram değilse de tarih içinde merkezi bir kavram olmuştur. Bu gelişme çok önemli olup asıl bundan sonra tartışmaların başladığını söyleyebiliriz. Çünkü şeriat kelimesinin merkezi bir kavram haline gelmesinden sonra bundan iki şey anlaşılmaya başlamıştır.
Bir kesim, şeriat ile din kavramını eşitlemiş ve eş anlamlı kavramlar olarak kullanmaya başlamıştır. Hatta TDV’nın İslam Ansiklopedisi’nde “Şeriat” maddesine yazan Talip Türcan’a göre İslâmî değerler bütününü ifade eden ve İslâm düşüncesinde merkezî bir konuma sahip olan şeriat ve şer‘ kavramları klasik kaynaklarda tarih boyunca din kavramından daha çok vurgulanmıştır. Ancak bunların İslâmî ilimler literatüründe yaygınlık kazanıp terimleşmesi II. (VIII.) yüzyıldan sonra olmuştur. Bu yüzyıla ait kaynaklar incelendiğinde terim anlamında şer‘ ve şeriatın sonraki dönemlere göre oldukça az kullanıldığı görülmektedir.
Demek ki şeriat kelimesi sadece Kur’an’da yer alan bir kelimeden ibaret kalmamıştır. Bu kelimenin bir tarihi ve kavramsallaşma süreci var. Bu da kelâm ve sonrasında fıkıh usulü disiplinlerinin oluşum sürecine denk gelmektedir. Öyleyse şeriat kavramının içeriğini, İslami bilimlerin şekillendirdiğini ve bugüne taşıdığını söyleyebiliriz.
İkinci ve daha az etkili olduğunu düşündüğüm bir yaklaşım; şeriatı, dinin bir bölümünü ifade etmek üzere kullanan yaklaşımdır. Bu yaklaşımı Türkiye’de ilahiyatçı yazar İlhami Güler “Sabit Din Dinamik Şeriat” söylemiyle gündeme taşımıştır, ama bu yaklaşımın da tarihsel kökenleri olduğu muhakkak. Bu söylemi kısaca şöyle özetleyebiliriz: Allah peygamberlere tarih boyunca aynı mesajı göndermiştir. Bu mesaj itikadi ve ahlaki ilkelerden ibarettir. “Din” denilince bu akla gelmelidir ve bu sabittir. Başka bir ifadeyle dar anlamıyla din budur. Geniş anlamda ise, dinin bir de şeriat olarak bilinen hukuki normları vardır, işte bunlar tarih boyunca farklı olmuş ve değişe gelmiştir. Şeriat değişkendir. Nitekim yukarıda da İsfahani’nin bu görüşte olduğu vurgulanmıştır. Çünkü o şeriatı kendisinde “neshin gerçekleştiği din” olarak tarif etmiştir.
Dinde nesh tartışması tam da bu konuyla bağlantılı bir tartışmadır. Bu konuda üç temel görüş ayırt edebiliriz.
- Nesh, yani dini normların iptal edilmesi gerçektir, ancak bu nübüvvet süreciyle sınırlıdır. Geleneksel görüş bunu savunur. İslam, geldiği 20 kusur sene içinde bazı değişiklikler yaşamıştır ama peygamberin vefatından sonra nesh olamaz. Neshe konu olan ayet sayısı, kaynaklarda 10 ile 300 arasında değişmektedir.
- Nesh, bir din içinde değil dinler arasında olur. Bu anlamda nesh bir gerçektir. Sözgelimi İslam son din olarak önceki dinlerde bulunan bazı şeyleri nesh etmiştir. Bu süreç de tamamlanmıştır.
- Nesh, önceki görüşlerde olduğu gibi mutlak değildir, şartlarla mukayyet bir meseledir. Bazı şartlar çerçevesinde bazı ayetlerin hükmü kalkar, ama şartlar döndüğünde geri gelir. Nesh hem bir din içinde hem de dinler arasında bir gerçek olduğu gibi nübüvvet süreciyle de sınırlı değildir.
Gerek şeriata yaklaşım biçiminin gerekse nesh konusuna yaklaşım biçiminin sonuçları bulunmaktadır. Burada alacağınız pozisyon sizin nerede duracağınızı da belirler. Ben şeriat konusunda ikinci yaklaşımı, nesh konusunda da üçüncü yaklaşımı benimsiyorum. Yani şeriat dinin tamamı değildir, özellikle hukuksal kurallarını ifade eder ve değişime (neshe) açıktır.
Burada akla birçok soru gelecektir: Dinin hangi kuralları ahlaki, hangi kuralları hukuksaldır? Bunu kim ve nasıl ayırt edecektir? Hangi hukuksal kurallar, hangi şartlarda nesh olur veya geri döner? Bunu kim tayin edecektir?
Bu sorular stratejik öneme sahip sorulardır ve çoğu kez pratikte İslamcılara sorulan gündelik somut sorularla bağlantılıdır. Avrupa’da kaldığımız yıllarda bizi zora sokmak için sorulan şu soruları, bugün Taliban iktidarıyla birlikte pek çok Müslüman da kendi kendine sormaktadır. İslam’da recm var mı, varsa uygulanacak mı? Hırsızlığın cezası olan el kesme cezası yeniden gelecek mi? İslam çok kadınla evliliğe müsaade etmiştir, İslamcılar yeniden bu yolu erkeklere açacaklar mı? Kadınlar erkeklerle siyasi ve idari mercilerde eşit olacak mı? Daha bunun gibi pek çok soru, stratejik sorulara verilecek cevaplarla ilişkilidir.
Stratejik sorulara Diyanet’in imamlarından veya Kuran Kursu hocalarından cevap alamazsınız. Hatta gelenekçi ilahiyatçılardan da bu sorulara kolayına cevap alamazsınız. Bunların bu sorulara cevap verememelerinin ya da vermemelerinin birçok nedeni olabilir. Kimisinin gündeminde bu sorular hiç yer almamıştır. Kimisi bu sorulara yüksek mercilerin cevap vermesini beklemektedir. Kimisi de şimdilik “politik” davranmayı gerekli görmektedir. Daha önemlisi şudur: Şeriat konusunda birinci yaklaşımı, nesh konusunda da birinci ve ikinci yaklaşımı benimseyenler için bu sorular absürd (modernist!) sorulardır.
Geleneksel paradigma içinde, yukarda sorduğumuz sorulara cevap verecek kişiler, “alimler”dir, bunlar içinde de özellikle “fakihler”dir. Fıkıh, İslam bilimleri içinde çok önemli bir yere sahiptir. Fıkıh, metodolojisi olan ve İslam’ı bir bütün olarak anlamak ve buradan günlük hayat için normlar çıkarmak isteyen bir bilimdir. Nitekim tarihsel süreçte fıkıh görevini yapmış, geniş ve zengin bir külliyat ortaya çıkmıştır. Metodolojideki farklara paralel olarak fakihler bir konuda her zaman aynı sonuçlara varmamışlar, bilakis farklı sonuçlar çıkartmışlardır. Buradan bilgimiz üzere farklı “fıkıh okulları” ortaya çıkmıştır. Fakat ne zaman ki fıkhi bilginin üretim süreci durmuş ve Müslümanlar mukallit olmuşlar, işte bundan sonra fıkıh durağanlaşmıştır. Yani dinin ilkelerini ve normlarını pratik hayata aktaran ve dine dinamik/güncel/pratik bir değer kazandıran fıkıh bilimi eski işlevini kaybettikten sonra, Müslümanlar ortaçağın gereksinimleri için üretilmiş bilgileri tekrar etmeye ve gelişi güzel, uysun ya da uymasın, uygulamaya yönelmişlerdir. Bu arada pre-endüstriyel dönem kapanmış, endüstriyel dönem açılmış ve hatta dünya bugün post-endüstriyel aşamada yol alıyormuş, bunlar Müslümanların umurunda bile değil! Gazali, Ebu Hanife, İmam Şafii ve İmam Malik gibi kişiler hala büyük fakihler ve hala onları aşacak beyinler yeryüzüne gelmemiştir!?
Bu anlamda Ali Bulaç’ın Taliban ile ilgili olarak yaptığı şu değerlendirmeye katılıyorum: “Taliban’ın referansı hukukta Hanefi fıkhı, kelamda Maturidi itikadıdır. Ne Hanefilik ne Maturidilik mevcut sorunlara çözüm olamıyor. Aynı gerçek Şafii, Hanbeli, Maliki, Zahiri, Ca’feri, İbadi ve Zeydi fıkıh için de söz konusudur. Her ne kadar sözünü ettiğimiz fıkıh ekollerinin referansı Kur’an ve Sünnet olarak görülüyorsa da, gerçekte fıkhın teşekkül ettiği tarihsel ve toplumsal durumun, geleneksel anlayışın baskın karakterini üzerlerinde taşırlar.”
Ali Bulaç, değerlendirmesinde Taliban’a zıtlık olsun diye şu görüşleri gündeme taşıyan kişileri de eleştirmektedir. Yukarıdaki cümlenin devamı: “Bu açıdan “Sorun fıkıhta değil, bu aşırılıklara referans olan ayetler vardır” deyip artık doğrudan açıkça Münzel Şeriat’ı hedef alan tarihselci veya rasyonalistlerin eleştirilerine itibar edilmez. İtibar edilmez, çünkü sorunun kaynağını yanlış yerde aramaktadırlar.”
Evet, Taliban üzerinden başlayan şeriat tartışması bizi yeniden içinden çıkılması zor gibi görünen ama tamamen yapay/kurgusal olan bir ikileme savurmaktadır: İslam’ın tarihsel formu olan fıkıh külliyatını İslam olarak takdim eden gelenekselcilik ile İslam’ı tamamen tarihselleştiren tarihselcilik ikilemi. Bu ikilemden çıkmamız şart. Bunun da yolu, tıpkı ilk kuşakların yaptığı gibi değişen koşullara uygun olarak İslam fıkıh metodolojisini çalıştırmak ve yeni sorunlara cevap veren “yeni” bir şeriat (fıkıh) üretmek. Hatta gerekirse fıkıh metodolojisini de yenilemeyi akla getirmeliyiz.
Bu nasıl olacak, bu ayrı bir yazının konusu olabilir.
Kaynak: farklı Bakış