Karar TV’deki, Yıldıray Oğur ve Elif Çakır’ın birlikte hazırladıkları Bi Karar Ver’in 22 Eylül tarihli bölümünün başlıklarından biri de Emine Erdoğan’ın Afrika konulu kitabının New York’taki takdimiydi. Yıldıray Oğur, o sabah okuduğu iki yazarın yazılarından hareketle konuyu bambaşka bir açıdan ele aldı. Oğur’a “ilham veren” iki yazar Fatih Çekirge (Hürriyet) ve Şebnem Bursalı’ydı (Sabah).
Yıldıray Oğur, bir zamanlar başbakan eşi olarak Emine Erdoğan’ın kıyafetinden dolayı Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne (GATA) alınmadığını, Çekirge ve Bursalı’nın o dönemde GATA ve benzeri yasakları savunan gazetecilerin başında geldiğini hatırlattıktan sonra şöyle dedi:
“Fatih Çekirge Hürriyet’te, Şebnem Bursalı Yeni Asır’da, muhtemelen Afrika’da dahi yaşanmayan hastane yasağı da dahil bütün yasakları savunanların tarafındaydılar. O zamanlar askerler ve onların yer aldığı medya çok güçlüydü, şimdi devir değişti, iktidar değişti, güç değişti; Erdoğan güçlü, Emine Hanım ‘first lady’ 2014’ten beri. Bir kitap yazmış, şimdi de o kitabı övüyorlar. Birlikte fotoğraf çektiriyorlar falan… O fotoğraflara ve yazılara bakınca Türkiye’nin düzeni üzerinde düşündüm biraz. Yani bu da adil bir düzen değil. O zamanlar bu yasakları koyanlara karşı olanlar yine yasaklara karşı, fakat Emine Hanım’ı GATA’ya sokmayanların yanında olanlar bugün de gücün yanında. Ve bugün de aynı sakillikle yanındalar. Bu yazılar selam yazıları, ‘merhaba, ben buradayım, sizin yanınızdayım’ yazıları… Fakat bu sakillikler onlara sakil gelmiyor. Bundan gocunmuyorlar. Bu yazıları böyle övgü övgü övgü yazarken ayıp kaçmıyor gibi düşünüyorlar, çünkü onların ayıp anlayışlarıyla bizimki arasında bir fark var.”
Daha büyük bir problem: Emine Hanım da hoşnut!
‘Her dönemde güçlünün yanında saf tutangiller’ kategorisinin gazeteci varyantında yer alan iki şahsiyetin bu sözleri hak ettiği hususunda tabii ki şüphem yok. Yoğun medya takibi yaptığım yıllarda bilhassa Fatih Çekirge’nin genel yayın yönetmeni (Star) ve ardından köşe yazarı (Hürriyet) olarak sergilediği muhteşem performansı yakından izlemiştim. Fatih Çekirge’nin genel yayın yönetmenliği dönemi, ABD’nin Afganistan’a ve Irak’a açtığı savaşlar dönemine rastlıyordu ve Çekirge o yıllarda yalnız ‘içte’ değil ‘dışta’ da güçlüden yana olduğunu gösteren bir ‘duruş’ sergilemişti; bakmayın siz bugünkü ‘kahpe Amerika’ yazılarına. (Bir sonraki yazıda, Medyakronik’teki mesai arkadaşım, rahmetli Kürşat Bumin’in o zamanlar uygun gördüğü başlıkla “Star savaşları ve Çekirgeler” meselesini ele alacağım.) Fakat bu yazıda “yurt içinde” kalacak, kutuplaşmanın, yarattığı siyasi husumetten de beter fenalıkları üzerinde duracağım.
İpucunu, yukarıda “Daha büyük bir problem: “Emine Hanım da hoşnut!” ara başlığında verdim. Şimdi derdimi biraz daha detaylandırayım.
“Kutuplaşma artınca hiç kimse evrensel değerleri kriter almak istemiyor…”
Ömer Faruk Gergerlioğlu yıllar önce “Kutuplaşmanın ruhsal zararları” diye bir yazı yazmıştı. Bu başlık aklımda kalmış, arayınca yazıya ulaştım. Temmuz 2013 tarihli yazının ilk cümlesi de şöyleymiş: “Kutuplaşma artınca hiç kimse evrensel değerleri kriter almak istemiyor…”
O yazının bende bu kadar iz bırakmasının nedeni, kutuplaşmanın, toplumda yol açtığı siyasi husumetlerden çok daha derin fenalıklar ürettiğine dair düşüncelerimi desteklemesiydi sanırım. O düşüncelerin zihnimde ilk olarak nasıl ve ne zaman oluşmaya başladığını da hatırlıyorum; bunun için 2013’ten bir on yıl daha geriye, 2003’e gitmem ve yaşadığım bir tecrübeyi anlatmam gerekiyor.
Bu, kendi tarafının haklılığına mutlak bir inanç besleyen, onun bir türevi olarak da karşısındakileri neredeyse ‘düşman’ belleyenlerin en temel evrensel değerlerle nasıl kolayca vedalaşabileceğini gösteren çok çarpıcı bir tecrübeydi ve şahit olurken geçen o birkaç dakikada basbayağı -fizikî anlamda- ürperdiğimi hatırlıyorum.
Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde verdiğim ‘haber analizi’ derslerinin birindeydik… Haber analizi, gazetelerin mukayeseli okuması üzerinden yürüyen bir dersti. O gün elimizin altında, merkez medya gazetelerinden birinin, bir yandan iktidara ‘çakan’ bir yandan da ‘ben dezenformasyonum’ diye bağıran bir manşeti vardı. Dolayısıyla ipliğini pazara çıkarmak zor olmadı, o kadar ki dersin sonuna doğru sınıfta ikna olmayan tek bir öğrenci bile kalmamıştı.
Artık meseleyi kapatıyordum ki, bir öğrencim söz istedi. Tıpkı öbür arkadaşları gibi haberin ‘uydurma’ olduğuna kendisinin de inandığını teslim ettikten sonra, faltaşı gibi açılmış gözlerimin içine bakarak, “Tamam da hocam” dedi, “sonuçta bu haber Türkiye’nin en etkili gazetelerinden birinde yer alıyor, haberi okuyanlar onun doğru ve gerçek bir haber olduğunu düşünecekler ve bu da Türkiye’deki gericiliğin aleyhine bir sonuç doğuracak, dolayısıyla doğru ve gerçek olmasa da bu haberin o gazetede yayımlanmasının yararlı bir şey olduğunu söyleyemez miyiz?”
Öğrencim, sorusuna verdiğim, söylediklerinin değil gazetecilikle siyasi aktivizmle bile uyumlu olmadığına dair cevabımdan hiç hoşnut kalmadı. Hatta sanki şaşkınlığı benimkinden bile büyüktü. Belli ki, beni her nedense kendi dahil olduğu ‘kutup’un içinde kodlamıştı ve benden, hakikatin değil “birlikte dahil olduğumuz” ‘kutup’un hatırı için hareket etmemi beklemişti.
Öğrencimin davranışı, dozu çok yüksek, düşmanlık derecesindeki bir karşıtlık duygusunun, insanı hiçbir ahlaki sınır tanımayan savrulmaların gazetecilik adına yapılabilir olduğu bir noktaya sürükleyebileceğini gösteriyordu.
Emine Hanım hangi evrensel değerleri taca atmış oluyor?
Savaşlarda insanlardan önce hakikatin vurulduğu söylenir… Tabii evrensel değerler de… Çünkü artık geçerli tek değer hayatta kalmak ve düşmanı ‘imha’ etmektir. Yalan söyleyebilirsin; öldürebilirsin; kendi saflarındaki ihaneti ölümle cezalandırırsın fakat aynısı düşman saflarında olursa, o ihanette yüce gönüllülük bulursun…
Peki ya toplumsal hayat bir savaşa dönüşmüşse ve taraflar birbirlerini ‘düşman’ olarak görüyorlarsa? İşte o zaman savaşta olan her şey toplumsal hayatta da olur.
Aşırı kutuplaşmanın toplumda yol açtığı ahlâki bozulmanın veçhelerinden biri de, “kutup değiştirme”lere karşı gösterilen (gösterilmeyen) tepkilerdir.
Böyle durumlarda, kutup değiştiren kişinin bir önceki pozisyonunda yapıp ettikleri derhal unutulur… Tavrın samimiyetsizliğine inanılsa da, “hazır bizim tarafa geçmiş, eskileri kurcalamayalım şimdi” duygusu ağır basar ve bu da kınanması, ayıplanması gereken bir hareketin, tam tersine, ödüllendirilmesi sonucunu doğurur.
Hangisi size daha rahatsız edici geliyor: Fatih Çekirge ve Şebnem Bursalı’nın pragmatizmi ve fırsatçılığı mı, Emine Erdoğan’ın onları bağrına basması mı?