Dünyânın ağır bir kriz yaşadığının herkes farkında. Kimi derin kökleri itibârıyla, kimi de intiba düzeyinde bunu görüyor. Kriz çok taraflı bir şekilde tezâhür ve tecessüm ediyor. Bir tarafıyla ekonomik, diğer taraflarıyla da siyâsal ve kültürel.. Türkiye de bundan nasibini alıyor... Belki de 1930’ların dünyâsına çok benzeyen bir tablo ile karşı karşıyayız. Kutuplaşmalar da yaşanan tecrübelerin aksülameli..
Modern temsilî demokrasinin kurum ve kuruluşları artık işlevlerini yerine getirmekte çok zorlanıyor. Dahası, ağırlıklı olarak ekonomik bir işbölümünün payandaları üzerine kurulmuş olan temsilî demokrasileri beğenmeyenlerin, bilhassa Soğuk Savaş sonrasında geliştirdikleri, kültürel kavramlar üzerinden yapılandırılan ve radikal demokrasi olarak nitelendirilen demokrasi tecrübelerinin, esas gâyelerinden saparak kutuplaşmalara su taşımaya başladığı anlaşılıyor. Basit olarak ortaya koyacak olursak, kültürel kimlikleri siyâsete taşıyarak demokrasiyi sahicileştirmek isteyenlerin projelerinin ellerinde patlamış olduğunu ifâde edebiliriz. Bir zamanlar kültürel demokrasi idealini ve kültürel siyâsetleri parlatanların, bugün kutuplaşmadan şikâyet etmeleri târihin ironik durumlarından birisi olsa gerekir.
Siyâset, farklılaşma ve çeşitlilikleri bir yere kadar taşıyabilir. Bu sınırları merkez ve aşırılıklar belirler. Eğer herkesin üzerinde ittifak ettiği bir merkez nokta bulunup buna göre aşırı olan görüş ve talepler dışlanabiliyorsa siyâsal bir sistemin var olduğuna ve çalıştığına hükmedebiliriz. II. Genel Savaş sonrasında kurulan; daha evvel devlet-ulus ve sermâye üçlüsünün evliliğine dayandığını çeşitli vesilelerle ortaya koyduğumuz konvansiyonel temsili demokrasinin bir üretim(sanayi) toplumu yapılanması olduğunu söyleyebiliriz. 1945-1990 arasında sürdürülebilir demokrasi olarak târif edilen ve kabûl gören bu örüntü, üretim toplumlarının aşınması ve içine doğru çöküşe geçmesiyle birlikte ağır bir kriz yaşamaya başladı. Tuhaf olan, demokratların bu geçişi kavrayamamış olmalarıdır. Demir Perde’nin çöküşünü, doğrudan sanayi kapitalizminin küresel-sistemik bir krizinin öncü zelzelesi olarak görmediler. Bir basitçilikle kapitalizmin zaferi olarak geçiştirdiler. Öyle ya, sosyalizm yıkılmış, kapitalizm kazanmıştı. Hâlbuki bir dünyâ sistemi olarak sanayi kapitalizmi en kırılgan tarafından yırtılmaya başlamıştı. Bu yırtığın kendisini muzaffer gören Batı’yı da vuracağı belliydi. Demokratlar bu bağı kurmaya zahmet etmediler. Tam aksine, Demir Perde’nin ortadan kalkmasını kapitalizmin ve demokrasinin bir zaferi olarak değerlendirdiler. Onlara göre artık demokrasinin geliştirilmesinin de zamânı gelmişti. Temsilî demokrasinin pratikleri içinde ihmâl edilen, hattâ dışlanan kültürel kimlikler ve kimlik siyâsetlerini kışkırtarak işe koyuldular. Kültürel kamusallıklar üzerine sayısız teorik denemeler kaleme alındı. Teorik sandıklardan çıkarılan eski metinler, aşırı yorumlamalara tâbi tutularak yeniden okundu. Cinsiyet, din ve etniklik üçlüsü devreye sokularak ileri demokrasinin yeni parametreleri olarak kutlanmaya ve kutsanmaya başladı.
Kültürel demokrasi arayışları ve tecrübelerinin yaşandığı bağlam ihmâl ediliyordu. Aslında yaşananlar, kapitalizmin mâhut arz-talep dengesizliğinin yeni bir strateji üzerinden giderilmek istenmesiyle alâkalıydı. Bunun adı kredi kapitalizmiydi. Üretim, yorgun ve yaşlı toplumlardan uzaklaşıp Asya’ya kayarken, disiplinsiz finansal ilişkiler üzerinden borçlandırılarak yaratılan sun’i bir alım gücüyle sahte bir tüketim dünyâsı inşâ ediliyordu. Aslında mesele tüketim kamusallıklarıyla yeni siyâsallaştırılan kültürel talepler arasındaki bağı kurmaktı. Tüketim insanı (Homo Consumens) ile Kültürel İnsan (homo Culturalis) arasındaki bağ pek anlaşılamadı. Üretim toplumunun insanını kuşatan disiplin ve ödül mekanizmalarının dışında gelişen bir bağdı bu. Alabildiğine de aşındırıcıydı. Tesirini en fazla da entelektüel dünyâda gösterdi. İdeolojik nebulalarının dışına çıkan entelektüeller, tüketime hoşgörü gösterdiler. Hatta ona, disiplin toplumunu çözen hayırhah bir gelişme; bir özgürlük alanı olarak baktılar. Gevşemiş, gevrekleşmiş entelektüel söylemler üzerinden işleyen tarz-ı hayatları üzerinden kendi gettolarındaki tüketim dünyâlarını inşâ ettiler. (Beyoğlu, İstiklâl, Kadıköy, Moda vb mekânları bunun bizdeki mekânsal karşılıklarıydı). Bu süreçler içinde entelektüel, o zamanlara kadar şöyle böyle muhafaza ettiği toplumsallığı kaybetti.
Disiplinli ve ehlileştirilmiş bir üretim işbölümüne göre yapılandırılmış olan kamusallıkların kültürelleşmesi ve tüketime açılması beklendiği gibi bir yatışma değil; tam aksine yatıştırılması imkânsız gerilim ve kavgalara yol açtı. Eksik tüketicilerin oluşturduğu yığınların ve tatminsiz kültürel ontik dayatmaların hınç birikimi, krizin keskinleştiği evrelerde kutuplaşmalar olarak tezâhür ediyor. Artık siyâsetin merkez noktası yok. (ABD’deki Kongre baskını 21.Asrın en mühim olaylarından birisidir). Bu aralar beni mütebessim yapan şeylerden birisi de, entelektüellerin kendi ayrıcalıklı gettolarından, yoksulluk ve kutuplaşmalardan duydukları rahatsızlıkları dile getirmeleri. Yoksulluk araştırmaları, kutuplaşmaları engelleme enstitüleri, merkezleri kuruyorlarmış.. Kimlik siyâsetlerinin aşındırıcı tesirini gidermeye çalışıyorlarmış…