Geçenlerde bir dostum, büyük târihçi Edward Hallett Carr’ın Angloamerkan tarzı uluslararası ilişkiler disiplinini eleştiren fikirlerinden bahseden bir metin gönderdi bana. Doğrusu, bunlara katılmamak mümkün değil. Konvansiyonel uluslararası ilişkiler disiplininde çalışan, artık kendilerine stratejist deyip geçen, bâzı basit modellerle yetinen, derin düşünmeyi sevmeyen, zihin tembelliği yapan; ama dünyânın geleceği husûsunda iri lâflar etmekten çekinmeyen çevreleri kastediyorum. Kutuplu düşünce bunun tipik misâli olsa gerekir. Bu çevreler sıklıkla iki kutuplu, tek kutuplu, çok kutuplu dünyâ gibi kavramları kullanırlar. Bu kavram setleri üzerinden yapılan modellemelerle dünyâ tahlilleri yapmak kolaylarına gelir. Söyleyip geçeyim; aslında bu basitçiliğin, daha derinlerde bir yerlerde spor müsabakaları, bilhassa da futbol kültüründen beslendiğini düşünüyorum.
Bu köşede defâlarca, II. Genel Savaş sonrasında kurulan dünyânın İki Kutuplu manzarasının aldatıcı olduğuna, aslında ismi KDE (Kapitalist Dünyâ Ekonomisi), hattâ daha doğru olarak KED (Kapitalist Ekonomi Dünyâ) olduğuna işâret etmiş; bu kavramları bize armağan eden Sistem Okulu, Bağımlılık Okulu gibi çevrelerden bahsetmiştim. Parçalı düşünce ile bütünlüklü düşünce arasındaki fark bu. Batı (ABD ve Avrupa) ile Doğu (Sovyetler Birliği ve peykleri) iki kutuplu bir dünyâ oluşturmuyordu. Aralarındaki ideolojik, siyâsal ve askerî gerilim alanı, sâdece yüzeye vuran bir görüntü idi. İlki devletin biraz daha geride olduğu, diğerinin ise, adı sosyalist olmakla berâber devletin baskın olduğu kapitalist ekonomilere dayanıyordu. Mesele New Deal, Ren Kapitalizmi ve devlet kapitalizmi arasındaki süreklilikleri görmekle alâkalıydı. Arada da karma ekonomilerin çeşitliliği yatıyordu. Buna dünyâ sistemi deniyor. Sistem, hegemonik merkezlerden çevreye doğru karmaşık bir şekilde işliyor. Parçalar arasında mutlak bir eşgüdüm mevcut değil. Dinamizmini, ürettiği iç gerilim ve rekâbetlerden alıyor. Sâdece NATO-Varşova Paktı arasında değil, ABD ile AB arasında, Komünist Sovyetler Birliği ile yine komünist Çin arasındaki gerilimler bunu anlatıyor. Bu gerilimler sistemik bölünme ve ayrışmalara değil, bizzât sistemin işleyişine işâret ediyor. Hegemonya savaşları, kurulu olan sistemden en fazla payı almakla alâkalıdır. Sistemde hegemonik bir üstünlük sağlamış olan ABD, bu imtiyâzını devâm ettirmek için Sovyetler Birliğinin varlığına muhtaçtı. Sovyetler Birliği kapitalist sisteme karşıt veyâ alternatif bir güç değil, tam aksine onun etkin bir şekilde çalışmasını sağlayan bir dinamikti.
Sovyetler Birliğinin çöküşü komünizmin mağlûbiyeti değil, sistemin (KED) kriziydi. Böyle olduğunu, bugün ABD’nin ve AB’nin içine girdiği resesyon, enflasyon ve nihâyet ikisinin eşlendiği stagflasyon süreçlerinden anlıyoruz. Deprem gibi düşünecek olursa, 1991’de, merkez üssü Sovyetler olan deprem, yırtığını büyüterek 2020’lerde ABD ve AB’ye ulaştı.
Sovyetler Birliği’nin çöküşüne bakan konvansiyonel uluslararası ilişkiler çevreleri ise sürecin yüzeyinde olanlara bakarak bunu, İki Kutuplu Dünyâ’dan Tek Kutuplu Dünyâya geçiş olarak târif ettiler. Dünyâ sistemi, bir üretim ve mübâdele tarzı olarak zâten tekildir. Kutuplaşmalar sistemi târif etmiyor. Olsa olsa onun içindeki birikim ve dağılım süreçlerini idâre eden hegemonik işbölümünü ifâde ediyor. Sistemik kriz başladığında evvelâ, içinde tantanalı çatışmaları içerse de, nihâî tahlilde bir iş bölümüne karşılık gelen hegemonik yapıları sarsıyor.
Jeoekonomik açıdan bakıldığında , sermâyenin Batı’dan Doğu’ya, Atlantik’den Pasifik’e kayması elbette mühimdir. Ama her zaman birinci derecede değil. Sermâyenin birikim süreçleri zâten değişim karakteri taşır. Fransa’dan Hollanda’ya, oradan Britanya’ya, nihâyet ABD’ye kayması da bu sebeptendir. Mühim olan bu hareketlilikte tarımsal kapitalist birikimin sınâi kapitalizme evrilmiş olmasıydı. Sancılar jeokültürel ve jeopolitik olarak aynı evin içinde yaşandı ve aşıldı. İlk merkezkaç süreç, yâni sermâyenin evin dışına çıkması Japonya, Güney Kore üzerinden oldu. Bu süreç Batı tarafından şöyle veyâ böyle sindirildi. Ama Çin devreye girdikten sonra jeokültürel ve jeopolitik bir hazımsızlık başgösterdi. Sermâye evvelâ emek yoğunluklu , ikincil olarak sermâye yoğunluklu sektörleriyle Çin’e geldi. Buraya kadar sorun yoktu. Teknolojik ayrıcalıklara tekellere sâhip olmak Batı’yı rahatlatıyordu. Çin sinâi sektörlerin çöplüğü olacak, onlar ise hâkim finansal yapılarıyla kapitalizmin teknolojik dönüşümünde merkez olarak kalmanın avantajlarını devâm ettirebileceklerdi. Ama hesap tutmadı. Teknolojik yoğunluklu sektörleriyle birlikte jeoekonomik bir yer değiştirme yaşıyor. Çin hızla teknolojik gelişmelerin yeni merkezi olmaya başladı. ABD’yi çıldırtan da bu. AB’nin, Rus enerji kaynaklarını kullanması, Çin’e alâka duyması bardağı taşırdı. Sermâyenin Asya’yı merkeze alıp, Avrasya’yı içine katarak Avrupa’ya yaklaşması, hegemonik kayıp yaşayan saldırgan Angloamerikan ittifâkını doğurdu. Ukrayna savaşı bu yüzden çıkarıldı. Brexit bu sebeple yaşandı. Truss bu yüzden başbakan oldu,ilh.. Ama boşa kürek çekiyorlar. Sermâye onları terk etti. Tek kutuplu dünyâdan çok kutuplu dünyâya geçiyor değiliz. Hepsi hepsi, jeopolitik ve jeopolitik ile jeoekonomi ayrıştı. Eğer bırakırlarsa yeni sermâye asrı, yeni KED Asya’da şekillenecek. Bırakmazlarsa her şey, her türlü yıkım olur. Sermâyenin Batı-Doğu kavgasını kıs kıs gülerek tâkip ettiğini düşünüyorum. Yıkımların cârî ve muhtemel boyutlarının umurlarında olduğunu zannetmiyorum. Yıkımı ranta çevirmekten geri kalmayacaklarına ve yaşananlara yaratıcı yıkım deyip geçeceklerinden eminim..