16 Ağustos 2018 Perşembe
Amerikan Kongresi´nin kabul ettiği ve Trump´ın onayladığı, F-35 savaş uçaklarının Türkiye´ye tesliminin engellenmesi ile son gümrük hadlerinin artırılması ve dolar savaşı birbirleriyle doğrudan bağlantılı.
Türkiye´ye yönelik büyük bir ?operasyon? yapıldığı tartışma götürmez. Ama bu ?operasyon?, dünyada ve bölgemizdeki anarşik devletler düzeninde, Türkiye´nin de başkalarına ?çektiği? sıradan egemenlik ve iktidar savaşlarından başka bir şey değildir.
Türk yöneticilerin yaptığı, kendisinin zayıflara çektiği ?operasyonları? unutup, daha kuvvetlilerce kendisine ?operasyon? çekildiğinde ağlamaktan ibarettir.
Gene ?kuşatmaya? dönelim, önemli bir ayrıntı şu: Türkiye´nin söz konusu F-35 savaş uçağı programına 2002´den beri düzenli ödeme yapıyordu ve ilk parti uçaklar Texas´ta teslim alınmış ve pilotları orada eğitim alıyorlardı.
Tarihçi olma tuhaflığıma verin: Osmanlı 1911 yılında İngiltere´ye savaş gemileri siparişi vermişti. Sultan Osman I ve Reşadiye adı verilen gemilerin, kömür yakıt ücretleri dahil tüm ödemeleri yapılmıştı. Gemileri teslim almak için Temmuz 1914´de Rauf Orbay başkanlığında bir ekip Londra´ya gitmişti. Her şey bir bayrak çekme törenine kalmıştı.
Ve İngiliz Hükümeti, kalan ödemenin son teslimatının yapıldığının haberini alır almaz, 1 Ağustos 1914´te gemilere el koydu. Aldıkları paraları ise hiç geri ödemeyeceklerdi.
Aslında el konulan gemi sayısı daha fazladır? Şili Hükümeti tarafından ısmarlanmış iki torpido destroyeri de Osmanlılar tarafından satın alınmıştı. Bunlara da el konulur. Osmanlı Hükümetinin sert notaları ve protestoları bir sonuç vermeyecektir.
Türklerin, Almanlara daha da yakınlaşmasının ve Goeben and Breslau (Yavuz Selim ve Midilli) savaş gemilerinin ?satın alınmasının? sebebi bu olay değildir ama arka planda bu el koyma hikâyesi de bir rol oynar.
Alman gemileri Çanakkale´den içeri girince, Almanya´nın İngilizlerce el konulan gemilerimiz yerine bunları bize verdiği propagandası yapılacak ve halk da buna inanacaktır.
Gerek F-35 savaş uçaklarının teslimlerinin iptal edilmesinin gerekse son ekonomik savaşın arkasında Türkiye´nin, özellikle Arap Baharı ile birlikte izlediği jeo-stratejik politikaların büyük önemi var.
Türkiye, uzun bir zamandır Batı ekseninden uzaklaşmayı merkezine almış bir stratejik hat izlemektedir ve Rusya ile yapılan S-400 füze anlaşması bu cephe değiştirmenin en önemli simgelerinden bir tanesidir.
Amerikan Senatosu´nun aldığı kararda önemli rol oynayan senatörler, kararlarını gerekçelendirirken, Türkiye´nin F-35 teknolojisini Ruslarla paylaşma tehlikesinden söz ediyorlardı.
Yaşanan elbette açık bir ?kuşatma savaşı?dır. Ve Türkiye´nin ?Batı´dan kopmak? istemesi cezalandırılmak istenmektedir. Batı, Türkiye´nin kendisinden kopmasını istemiyor. Sınırlarının kendisi tarafından çizildiği bir alanda ?oynamasını? istiyor. Türkiye ise, artık kendine biçilen rolün ötesinde bir güç olma potansiyeline sahip olduğunu düşünüyor ve bunun için uğraşıyor.
Görülmesi gereken, bunun ?iyilerinin? ve ?kötülerinin? olmadığı çıplak bir iktidar ve egemenlik savaşları olduğudur. Bu egemenlik savaşlarının moral değerler üzerinden tasnif edilmesinin çok zor olduğudur.
İlginçtir, geçmişte de İngiltere´nin savaş gemilerine el koymasında da böyle bir ?Batı´dan uzaklaşma? merkezi bir rol oynamıştı. Türkler Almanlara yakınlaşmış ve Rusya Türklerin güçlenmesinden korkarak İngilizlere baskı yapmış, gemilerin teslim edilmemesinde bir rol oynamışlardı.
Tarihle kurulabilecek ilginç bir paralellik de insan hakları ihlalleri konusudur. Batılı Devletler Türkiye´ye yönelik gündeme getirdikleri ?kuşatma? savaşında, Türkiye´deki insan hakları ihlallerini önemli bir argüman olarak kullanıyorlar.
Gerçi ABD, konuyu şimdilik biraz eline yüzüne bulaştırmış gözüküyor ve son yıllarda yaşanan onlarca insan hakları ihlallerini gündeme getirmekten çok, tutuklu Pastör Andrew Brunson konusuna yoğunlaşmış görünüyorsa da insan hakları konusunun daha çok seslendirileceğini tahmin etmek zor değil.
Büyük devletlerin bölgemize yönelik egemenlik savaşları ile bu topraklarda yaşanan insan hakları ihlalleri ve büyük devletlerin emperyalist politikalarını bu ihlallerin arkasına saklamaları bu coğrafyanın değişmez kaderi gibidir.
Sadece Birinci ve İkinci Cumhuriyet´in değil, 19´uncu yüzyıldan bu yana ister Abdul Hamit ister onu deviren İttihatçılar olsun, Osmanlı-Türk yöneticilerinin ana açmazı bu olmuştu.
Her dönemin yöneticileri, karşı karşıya kaldıkların bu kuşatma savaşına benzeri davranış kodları ile tepki verdi ve veriyorlar.
Birincisi, dış saldırıyı bahane ederek, içine düştükleri krizin ağırlıklı olarak kendileri tarafından da hazırladığının üstünü örtüyorlar. Altı çizilmesi gereken gerçek şudur: Kriz esas olarak Türkiye´nin ve/veya bölgenin mutfağında pişirilmektedir. Ve dışardan müdahaleler için ortam içerden hazırlanmaktadır. ?İçeriye? egemen olan zihniyette değişiklik yaşanmadan, ?dışarının? müdahalesinin önüne geçmek imkânsız gibidir.
Oysa dış saldırı, kendi sorumluluğunun üstünü örten, verilmiş büyük bir sadaka olarak işlem görüyor.
İkincisi, karşı karşıya kaldıkları kuşatma savaşını içerde sertleşerek, daha çok insan hakları ihlallerine başvurarak aşabileceklerini düşünüyorlar. ?İç düşmanlar? yaratıyor ve bu iç düşmanları ezmeyi merkezine alan bir siyasi hat izliyorlar. Tarihimiz, her dönemin değişik koşularına göre oluşmuş ve ezilen ve hatta imha edilen ?iç düşmanlar? ile doludur.
Üçüncüsü, dış saldırıyı kitleleri ?iç ve dış düşmanlara? karşı harekete geçirmenin çok önemli bir aracı olarak kullanıyorlar. 1908 yılı sonrası Osmanlı topraklarında yaşanan boykot hareketleri hâlâ akıllardadır.
Bir tarafta, karşı karşıya kaldığı dış saldırıyı gerekçe göstererek insan haklarını ihlal edenler ve diğer taraftan insan hakları ihlallerini bahane olarak kullanarak egemenlik savaşı yürütenler?
Bölgenin değişmeyen kısır döngüsü budur.
Galiba, Üçüncü Cumhuriyet arayışı içinde olan insanların görmesi gereken gerçek şu: Bölgemizde, Sovyetlerin çökmesi ile başlayan ve Arap Baharı ile ivme kazanan büyük devletlerin egemenlik savaşları son aşamasına doğru ilerlemektedir.
Ve belki de daha önemlisi şu: bu savaşın ?iyi? ve ?kötü? devletleri yoktur.
Demokrasi ile yönetilen de diktatörlükle yönetilen de çıplak bir güç ve iktidar savaşı içinde. Ve demokrasi ile yönetilen büyük devletlerin, bölgemize yönelik diktatörlük rejimlerinden daha ?iyi? bir dış politika izledikleri veya Türkiye´deki insan hakları ihlallerine karşı daha duyarlı oldukları fazla doğru değil.
Elbette kendi iç kamuoyu baskısına diktatörlük rejimlerinden daha fazla açıklar ve belki de bu nedenle diktatörlük rejimlerinden çok daha fazla yalan söylemek zorunda kalıyorlar.
Benim gözlediğim ama Türkiye´de mevcut rejime karşı muhalefet etmek isteyen ve Üçüncü bir Cumhuriyet arayışı içinde olabilecek potansiyele sahip çevrelerin, Paris ve Berlin ötesine geçen bir ufka sahip olmadıklarıdır.
Bu nedenle, bu merkezlerden (şimdi bunlara bir de Washington eklendi) Türkiye´ye yönelik eleştirilerden mutlu olmanın ötesine geçmeyen bir ufka sahibiz.
Sorun ülkemizdeki insan hakları ihlalleri ile bölgemizdeki egemenlik alanları ve iktidar savaşlarını birbiri ile bağlayan; bu iki farklı ve fakat irtibatlı konuyu, aynı perspektif içinden ele alan bir bakışa, bir vizyona sahip olunamamasıdır.
Üçüncü Cumhuriyet arayışı, ancak ve ancak bu iki farklı boyuta aynı yerden bakabilmekle mümkün olacaktır.
Bu biraz da bölge insanının makus talihine son vermek isteyen bölgesel bir bakışla sorunlara yaklaşmak demektir.
Şu veya bu etnik-din-ulus grubunun yaşam savaşına övgüler düzmenin yeterli olmadığı kavranmak zorunda.
Demek istediğim odur ki, Üçüncü Cumhuriyet, Orta Doğu´ya ilişkin sunulacak kapsamlı bir yaklaşımın parçası olarak ele alınırsa başarılı olacaktır.