Yıllar önce, fikirlerine saygı duyduğum bir dostum, babasının tuhaf ve hala anlam veremediği bazı hallerini, yüzü kızararak kederle anlatmıştı bana. “Çocukluğumda ve gençliğimde babamı akşam sofrasında çok nadir görürdüm” demişti: “Daha doğrusu evde güzel yemeklerin pişirildiği günler hariç, babamı sofrada görmek, hiç mümkün olmazdı. Önceleri bu durumu babamın çok çalışıyor olmasına bağlardım. Sonra aradan yıllar geçti, Bir gün Dağkapı’da Diyarbakır’ın o zamanlar en meşhur lokantasında, önünde kallavi bir sofra kuruluyken, gördüğümde esas nedeni anlamıştım. Babamı utandırmamak için ona gözükmeden uzun süre onu izlemiştim ve o anı hatırladığım her seferinde onun yerine ben çok utanmıştım. Şimdi de aynı utanç duygusunu yaşıyorum; çünkü biz sekiz kardeştik ve babamız, evde bizimle yemek yemek yerine, sadece kendisini düşünerek, bencilce, bizsiz, karnını doyuruyormuş gizliden gizliye…”
Doğrusu bu hikâyeyi her anımsadığımda içim öfkeyle dolar. Hangi mahluk evlatları evde açken ya da ekmek bulgura talim ederken, işkembesini kebapla doldurmayı düşünebilir ki? Bu hikâyeyi şimdi anımsamamın nedeni de şu; yalnız yaşıyorum ve evde yemek pişirmiyorum. Dolayısıyla daha çok dışarıda yemek yiyorum. Özellikle akşam yemeklerinde, üstü başı düzgün, iyi giyinimli kimi tipleri tek başına yemek yerken görüyorum. “Ee ne var bunda, sen de tek başına yemek yiyorsun” diyeceksiniz. Ama kazın ayağı öyle değil, Bismil küçük bir yer, o beyefendilerden bazılarını, bazen aileleriyle birlikte görüyorum.
Bunca kelam etmemin bir nedeni var. Kendini evlat ve ailesinden bile ayrıcalıklı gören kibirli zihniyet, elbette konforunu bozacak her tür toplumsallaşmaya hayır der. Evlatlarıyla bir lokma ekmeği paylaşmayan biri, ötekilerle paylaşıma dayalı ilişkiler kuramaz. Bencil kibirli tipler sadece uyumsuz değildirler, aynı zamanda hiçbir denetim ve sorumluluk kabul etmeye de yatkın olamazlar.
Başka bir zamanda bir dostum babasının süt sevdasını anlatmıştı. Baba her gece süt içermiş ve bunun için de uygun bir bahane üretirmiş; “Midem hasta o nedenle bu sütü içiyorum” diyormuş. O, sütünü içerken ona, kedinin ciğere baktığı gibi bakan kız çocuklarına. Sonra da günün birinde anne, babanın bu zavallı bencilliğini ifşa etmiş. Bu hikâyeyi anlatan kadın arkadaşın, kendini tutamayıp ağladığını bugün, gün gibi hatırlıyorum.
Mesleksiz ve niteliksiz insanların çoğunlukta olduğu Kürt sosyolojisinde, birlik meselesinin önündeki çetin problemlerden biri hiç kuşkusuz bu türden karakterlerdir. Birliğin siyasetini hiç kuşkuya yer yok ki birliğin sosyolojisi tayin eder. Sosyolojinin rızası olmadan birlik ya da birleşme ham hayal bir söylem ve çabadır.
Kürtlerin tarih içindeki birlik tavırları elbette tarihçilerin işidir. Bugün ulusal düzeyde birleşik bir organizasyon yaratılmadığı için, sonuç itibarıyla Kürtlerin tarih için birlik sorununu çözemediklerini söylemek abartı sayılmaz. Birlik için tarihin kayıt düştüğü iki olgu var; birincisi aidiyet duygusudur, ikincisi otoriteye rıza göstermektir. Hiç kimse kusura bakmasın, genel olarak Kürtlerde bu iki duygu ve algı çok düşük seviyelerde seyrediyor. Ne güçlü bir aidiyet duygusuna sahibiz ne de otoritelere rıza göstermeye heves gösteririz.
Bunun altında elbette ulusal karakter yatar. Kürtlerin savaşçı olmadığını biliyoruz. Savaşçı milletler kendilerine birer ikişer devlet kurdular. Çünkü devlet harcının içinde hiç şüphe yok ki savaşçı kimlik yer alır. Savaşarak bir otorite inşa edersiniz ve ister gönüllü ister zorla o otoriteye teslim olursunuz. Burada tuhaf olan olgu şu; Kürtler hem savaşçı değil hem de hayat ile ilişkileri gerçekçi değil, dolayısıyla ne aidiyet bilinci ne de buna bağlı olarak birlik bilinci ciddi şekilde biçimleniyor.