Üzerinde sis perdesi henüz kaldırılmamış yakın tarihimizin önemli hadiselerinden biri de İzmir Suikastı’dır hiç şüphesiz. Tarihçilerin bu konudaki ürkek tavırları bir yana edebiyat diliyle konuyu gündeme taşıyanlar arasında Kemal Tahir’i görürüz. Bir vefa borcu olarak 2021 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’ne de layık görülen Kemal Tahir her şeye rağmen bu mevzuya roman diliyle neşter vurmuştur. Kemal Tahir, Kurt Kanunu’nda İzmir Suikasti merkezinde yakın dönem tarihi ve özellikle de İttihat ve Terakki ile ilgili zihin açıcı değinilerde bulunur. İzmir Suikasti çerçevesinde gelişen olaylar örgüsünde en dikkat çekici husus ise İttihad ve Terakki ile ilgilidir. Çünkü hem suikasti tertipleyenler hem de suikaste karışanları yargılayan İstiklal Mahkemesi üyeleri İttihat ve Terakki ile bir şekilde yolu kesişmiş kişilerdir.
Hâliyle İttihat ve Terakki’nin önde gelen isimlerinden Kara Kemal ile ilgili çok önemli bilgiler yer alıyor burada. Onun ağzından anlatılanlar doğru ise şayet -ki aşağıda sıraladığımız kaynaklarla örtüştürüldüğünde ekseriyeti doğru gibi gözüküyor- olup-bitenleri tarihin önemli bir yaprağı olarak okumak gerekir.
Burada Cumhuriyetin kuruluş aşamasının nasıl gerçekleştiği de zihinde canlanıyor ister istemez. Özetle; komitacıların fikri olan İzmir Suikastı tertibi bir şekilde haber alınıyor. Ancak söz konusu tertibin yapılmasına mâni olmak yerine takibe alınıp bu tertiple bağlantılı-bağlantısız muhaliflerin devre dışı bırakılmasında araç olarak kullanılıyor:
‘…hükümetin bu suikast işinden haberi varmış.’ (1)
Kara Kemal’in ağzıyla anlatılan bazı kesitler ise soru işaretleriyle dolu olup teyide muhtaçtır:
‘Yakup Cemil meselesini başarıp Enver’i devirebilseydik kabineye alacaklarımızdandı Sarı Paşa… Mütarekede sadrazam Tevfik Paşa’yı kaçırmaya karar vermiştik. ‘(2)
Her şeye rağmen Kurt Kanunu’nu bir roman ve roman havasında okumak en iyisi…
Ancak bu önemli romanı Tarık Buğra’nın ‘Firavun İmanı’ romanı ile birlikte okumakta fayda vardır. Bir de Şevket Süreya’nın üç ciltlik ‘Enver’ kitabını da okumayı ihmal etmemeli… Tabii ki güncel bilgileri de içermesi bakımından İsmail Küçükkılınç’ın Yarın Yayınları’ndan çıkan ‘Jön Türklük ve Kemalizm Kıskacında İttihadçılık’ eserine de bakmayı tavsiye ederim.
Ayrıca meraklısı için yakın zamanda Tahsin Yıldırım tarafından hazırlanıp notlandırılan Arif Oruç’un Kara Kemal’in son günlerini anlattığı eserini de okumakta fayda vardır. Çünkü Arif Oruç, kendisinin çıkardığı Yarın Gazetesi’nde 1 Şubat 1930 tarihli 50. Sayı ile 5 Nisan 1930 tarihli 111. Sayı arasında 52 tefrika hâlinde Kara Kemal’in son günlerini yazmıştır. Son derece önemli belgelerdir bu gazete tefrika yazıları.
‘Balkan yenilgisinden sonra, Dünya Savaşı’na hangi hesapla girdik?’
‘Bir politikacı için en müthiş ceza, devletinin kendi elinde batmasıdır.’
‘İmparatorluğu ele geçirdiğimiz zaman nüfusu 35 milyondu. Yedi düvelin kâğıt üzerinde de olsa bizim sandığı bir milyon sekiz yüz bin kilometrekare toprağı vardı. Sınırları Kango’yu, Sudan’ı, Eritre’yi, Somali’yi içine alıyordu. Tunus, Fas, Libya Mısır, Kıbrıs resmen kaybedilmiş değildi. Bu koca imparatorluk bizim elimizde ölmüştü.’(4)
Osmanlı’nın son dönem çırpınışlarını hatırlayacak olursak bu cümlelerin hakkını daha iyi teslim etmiş oluruz. Balkanlar da düşünce artık Anadolu topraklarına çekilmek bir kader hâlini almıştır. Çünkü yenik düştük bir kere… Ve yenik düşeni yemek, aç kurtlara kalmıştır. Batı yıllardır bu sahneye hazırlanmaktadır ve bir an önce kurbanını parçalama derdindedir. İşte Kara Kemal de bu durumu kendisiyle de özdeşleştirerek bir anlamda bedel ödemeyi tercih ediyor.
‘…Suç ne kadar büyükse çekilecek cezanın da o kadar büyük olması gerekir. Biz dünyanın en ağır suçunu, biraz tartaklanmayla savuşturulur sandık. Bu anda yüzüme vuran darağacı gölgesi, suikast suçlusu olduğumdan değildir Emincim... Büyük suçun gölgesidir bu…’(5)
Ne mi kaldı koca imparatorluğun yedi düvele karşı boğuşmasından geriye? Balkanlar’dan çekildik. Arap Yarımadası’nı bıraktık. Kafkasya Cephesi’nde ağır yenilgiler aldık. Kısacası Birinci Dünya Savaşı’nda bütün cephelerde bir bir yenik düştük. Artık Anadolu’da tutunmak elzem oldu.
‘…Anadolu hepimize hınç, şüphe ve emniyetsizlikle bakıyor. Yüz binlerce çocuğunu memesinden sökerek alıp götürdüğümüz bu anaya, şimdi kendimizi ve pişmanlığımızı getiriyoruz. İstasyonda bir kadın durmuş gelene geçene:
– Benim Ahmed’i gördünüz mü? diyor.
Hangi Ahmed’i? Yüz bin Ahmed’in hangisini?
Yırtık basmanın altından kolunu çıkararak, trenin gideceği yolun, İstanbul yolunun aksini gösteriyor.
– Bu tarafa gitmişti, diyor.
O tarafa? Aden’e mi, Medine’ye mi? Kanal’a mı? Sarıkamış’a mı? Bağdat’a mı?
Ahmed’ini buz mu, kum mu, iskorpit yarası mı, tifüs biti mi yedi?
Eğer hepsinden kurtulmuşsa, Ahmed’ini görsen ona da soracaksın:
– Ahmed’imi gördün mü?
(…)
Hayır... Hiçbirimiz Ahmed’ini görmedik, fakat Ahmed’in herşeyi gördü…’ (6)
Anadolu çocukları çil yavrusu gibi dağıldı.
Böylece ‘Anadolu köylerinin arasında Kudüs’süz, Şam’sız, Lübnan’sız, Beyrut’suz ve Halep’siz öz can ve öz ocak kaygısına boğulmuş, öyle perişan…’ kaldık.
Peki, Dünya Harbi’ne girmeyip 1917’ye kadar savaş dışı kalabilseydik veya Bolşevik İhtilali beş-on yıl daha geç olsaydı durum farklı olur muydu? Emin Bey’den rivayetle Kara Kemal’e kulak verelim:
‘İmparatorluğumuzun kaderi değişirdi. Salt Osmanlı İmparatorluğu’nun değil, Ortadoğu’nun, hatta Balkanlar’ın bile kaderi değişirdi.’(7)
Ama’lar, keşke’ler, eyvah’lar… Çoğu kere fayda vermiyor ve bir kere ok yaydan çıktı mı, neticesine katlanmak gerekir.
Bir kere biz yenildik, yenik düştük… Batı’nın kucağına düştük. Yenik düşüp Batı’ya teslim olunca da olanları artık mukadderattan kabul etmek gerekiyor.
Evet;
Kaynak: Dünya Bizim