Doğru Haber Gazetesi'nden Özkan Yaman yazdı;
Konya’da Muhacir Pazarı denilen yerde, şu anki balık hali içinde, “Söylemez’in Tekkesi” denilen ve şimdi sadece türbesi kalan bir yapı bulunuyor. Peki kim bu Söylemez?
Hindistan’ın Allahâbat şehrinin Ahmet Por Serâme köyünde 1827 yılında Cevher Ali Kalender’in oğlu olarak dünyaya gelen ve 1910 yılında vefat eden Şeyh Fazıl Hüseyin Söylemez. Önce Antalya Akseki’ye sonra da Konya’ya geliyor.
Pek konuşmadığı için kendisine “Söylemez” deniliyor. Ve denildiğine göre hiç Türkçe bilmeyen bu alim ve veli zatın müridleri arasında devlet erkanı dahi bulunuyor ki onların en meşhuru adliye nazırlığı ve sadrazamlık da yapan Abdurahman Paşa.
Bağlanmanın öyle bir derecesi var ki orada artık lisanın tesiri yoktur. O vakit anlamak muhabbetin eylemi oluyor ve harfler kaybolmuyor, tersine yeni mânâlar giyiyor.
Ne diyor Niyazi Mısri(rh):
“Bu fenâ gülzârına bülbül olanlar anlamaz,
Vech-i bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi.”
Rehber TV’nin ilk açıldığı senelerde Sivas’ta bir esnaf abimizin dükkanında TV açıktı ve Kürtçe bir program vardı. “Anlıyor musun?” dedim. “Yok” dedi. “Ama anlamış gibi sürekli izliyorsun” dedim. “Ben mevzuda değilim, bu kanalda çıkan hocalar beni çok etkiliyor” dedi.
Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç, hatıralarında, kendisi gibi tek kelime Kürtçe bilmeyen bir arkadaşıyla Van’da şahit olduğu hadiseyi naklederken şöyle diyor. “Çok kalabalıktı, Şeyh Efendi, tam üç saat Kürtçe anlattı. Hiç usanmadık, bittiğinde arkadaşımın da kanaati aynıydı: Böyle tatlı bir sohbet daha önce hiç dinlememiştik.”
Küreselleşmenin zorladığı tek kültürlülüğün aksine İslam, kulların yaratılıştan getirdiği kendine has renk ve dil gibi hususiyetleri, “ayet/mucize”, esastan sapmayan ihtilafları/çeşitliliği ise “rahmet” olarak görür.
Tearüfe/tanışıp kaynaşmaya gerekçe yapılan farklı millet ve kabileler halinde yaratılma gerçeği ise, Sünnetullah’ın birbirini çekme yani cazibe kanununa delildir.
Bugün duygusal zekanın temeli olarak kabul edilen ve Mevlana’ya atfedilen; “aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir” sözü de düz iletişimin ötesine işaret eder.
On beş asırdır birbirleriyle iç içe, aynı ülkede, aynı şehirde, aynı mahallede, ağızları, lehçeleri, şiveleri, dilleri değişik olup bir arada yaşayan yüzlerce Müslüman kabile, aşiret, millet vs. var olagelmiştir. İngiliz, Fransız ve diğer batılı sömürgecilerin aksine ana dilleri aynı olmayan Müslüman toplumlar; “birbirimizi anlamıyoruz, hele gücü bir ele geçirelim de sizin şu dilinize de bir ayar geçelim” tavrında olmamışlardır.
Sözde özgürlük, eşitlik ve kardeşlik diyen aydınlanma mottosunun, kardeşlik kısmını diğer ikisine feda eden seküler pratik onların olsun. Bize İslami geleneğin Kürtçe yorumu da Zazaca yorumu da şirin-u şekerdir.
Kaldı ki, Kürtçe derken siyasi mülahazaların ya da müzmin paranoyaların proje materyalinden değil devasa bir nüfusun kendini öz be öz ifade ettiği fıtri sabitesinden bahsediyoruz.
Meseleyi o tarafa bu tarafa çekmeden, günde kırk defa, secde ile alnını, geldiği arşa yapıştıran iman ehli kimselerin, artık çevrelerindeki taassup karanlığını aydınlatmaları ve çelişkiler yumağından çıkmaları elzemdir.
Şu memlekette oğlunun al bayrağa sarılı cenazesinde ağlayan annenin Kürtçe ağıtlarına karşı çıkacak bir tane Allah’ın kulunun olamayacağı herkesçe malumken aynı dile başka alanlarda ürkek yaklaşmanın izah edilebilir bir tarafı yoktur.
Kitlelerin gönülleri, çok büyük masraflara gerek kalmadan onların duygularına hitap edilerek kolayca kazanılabilir. Dil de o duygunun hem vasıtası hem kendisidir. Tabi o gönüllerde unutulup gitmek de bir o kadar kolaydır. Sürekli kaybetme endişesi yaşayanların herhalde bunun üzerinde daha fazla düşünmeleri gerekir.
Allah o mürşide rahmet eylesin. Söylememiş ama, bunun için zahmet edip ta Hindistan’dan Konya’ya gelerek tekke mi açması gerekiyordu?