Gene Brecht’ten bir alıntı. Galileo’nun Hayatı piyesinden (12. sahne). Engizisyon’un işkencehanesinde gezdirmiş ve kendisine uygulanabilecek âletleri göstermişlerdir. Güneş merkezli evren görüşünü geri alır (ama ev hapsinde gizli gizli yazmaya devam eder). Öğrencisi Andrea çok kızar hocasına: “Mutsuzdur, kahramanları olmayan ülke.” Cevap verir: Hayır Andrea: Mutsuzdur, kahramanlara muhtaç olan ülke.”
[14 Ekim 2019] Üzerinden beş altı gün geçti bile. Türkiye’de hemen hiç hatırlanmadı gerçi. Ne tuhaf. Bu toplumun sığlığıyla ilgili bir mesele. 9 Ekim, Berlin Duvarı’nın yıkılışının 30. yıldönümüydü (1989-2019). Büyük, çok büyük bir olaydı zamanında. Soğuk Savaşın sonu demekti. Doğu Avrupa üzerindeki Sovyet hegemonyasının sonu demekti. Komünizmin sonu demekti.
1930’larda Stalin’in kurduğu sosyalizm yıllar boyu o kadar eleştirilmişti ki, “reel sosyalizm” ya da “fiilen mevcut sosyalizm” (actually existing socialism) etiketlerine sığınmıştı bir kısım savunucuları, hayli apolojetik biçimde. Ne yapalım, elimizde mükemmel bir ütopya yok; bu var işte… demeye getiriyorlardı. Ama doğruydu, gerçekçiydi. Bana da sorarsanız, Marx’ın ve sonra Lenin’in sınanmamış, son derece soyut teorik önermelerinden yola çıkarak elde edilebilecek biricik işlevsel modeli türetmişti Stalin. Bütün emekçi halkın mülkiyeti = (1) devlet mülkiyeti ve (2) yarı-devlet mülkiyeti, yani zorla kurdurulan kollektif çiftlikler. Üretimin piyasanın “kör” işleyişi tarafından değil, gene bütün halkın bilinçli iradesiyle düzenlenmesi = Gosplan marifetiyle emredici devlet planlaması. Dolayısıyla bir bütün olarak sosyalizm, modernitenin piyasaya dayanmayan, bürokratik-bölüşümcü bir emir-kumanda ekonomisi versiyonu anlamına geliyordu.
İşte bu sistemin toptan iflâsını da tescil etmişti, Berlin Duvarı’nın yıkılışı. “Reel sosyalizm”in şahsında, sosyalizmin sonu demekti. Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimiyle açılan dönemin üç büyük ideolojisini ifade eden Liberalizm, Nasyonalizm ve Sosyalizmden birinin tarihsel iddiasını yitirmesi ve sahneden çekilmesi demekti. Dolayısıyla politikanın iki yüz yıldır alışılmış çizgi ve mevzilerinin de değişmesi demekti. Yani bizim bildiğimiz, tanıdığımız şekliyle Yakınçağın da kapanışı demekti.
Ne ki, bu gerçekleri bir türlü anlamayanlar da var, otuz yıl geçtiği halde.
10 Ekim’de BBC’de Steven Rosenberg’in bir röportajı yayınlanmış Egon Krenz ile. Doğu Almanya’nın (DDR’nin, Deutsche Demokratische Republik’in, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin) son yöneticisi. Erich Honecker’in halefi. Çok önceden belirlenmiş, itinayla yetiştirilmiş; sırasıyla Genç Öncüler’e, sonra Özgür Alman Gençliği’ne, sonra Sosyalist Birlik Partisi’ne (yani kılık değiştirmiş komünist partisine) katılmış (1945 sonrasında Sovyet işgalinde kalan Doğu Almanya’nın bir zamanlar çok daha büyük ve güçlü olan Sosyal Demokratları, Kızılordu’nun gölgesinde, çok daha küçük ve zayıf olan Komünistlerle “birleşme”ye mecbur, deyim yerindeyse ilhak edildiği için, iktidardaki tek parti bu adla anılıyordu).
Krenz şimdi 82 yaşında. Duvarın yıkılışının tam 30. yıldönümünde Berlin’de gezdiriyor BBC muhabirini. “Hayatımın en kötü gecesiydi” diyor 9 Ekim 1989 için. Zira hâlâ komünist. Hâlâ Sovyetler Birliği’ni seviyor ve özlüyor. Ekim başlarında apar topar Moskova’ya gittiğinde Gorbaçev’in kendisini aldattığından yakınıyor, “Egon, merak etme, iki Almanya’nın birleşmesi gündemde yok” diye (sanki evet, gündemde dese Krenz ve DDR kendi başlarına direnip önleyecek miymiş?). Şu geçtiğimiz cadde bir zamanlar Stalinallee’ydi, ama Stalin öldükten sonra adı değiştirildi, Karl-Marx-Allee oldu. Şurası da Lenin Meydanı’ydı ve Lenin’in büyük bir heykeli dururdu, ama indirdiler diyor, belirgin bir hasret ve nostaljiyle.
Ne olup bittiğini hiç kavramamışa benzeyen biri de Korgeneral Anton Terentyev. Bir zamanlar Sovyetlerin 800 garnizonu ve 500,000 askeri vardı, Varşova Paktı’nın bu en ileri karakolunda. 1944-45’te Nazi ordularını kovalayarak gelmişler -- ve bir daha çıkmamışlardı. Kurtarıcı kimliği, kısa zamanda işgalci kimliğine dönüşmüştü. Sosyalist bloku Amerikan emperyalizmine karşı korumak diye rasyonalize ettilerdi bu tahakkümü. BBC’nin kamerasına, Wünsdorf’taki en büyük Sovyet üssünden görüntüler takılıyor. Duvarlarda eski Sovyet gazeteleri. Birinin manşetinde, “Yaşasın işçi sınıfının, köylülerin ve halkın aydınlarının yıkılmaz birliği!” yazıyor.
Ama yıkıldı işte. Duvar yıkıldı ve Almanya’nın birleşmesi anlaşmaları çerçevesinde, 1994 Eylül’ünde toptan geri çekilmek zorunda kaldılar. SSCB’nin (sonra Rusya’nın) son komutanıydı Terentyev, Doğu Alman topraklarında. 9 Ekim 2019’da o da şöyle hayıflanıyor (bkz en tepedeki resim), BBC’den Rosenberg’e: “Çok derin bir tarihsel haksızlık hissiyle ayrılıyorduk. Hepimiz [biz ve Batılı müttefiklerimiz] Almanya’ya aynı sırada ulaşmıştık, ama şimdi sadece biz ayrılıyorduk… Faşizmin yenilgisine en büyük katkıda bulunan ülke gidiyor, ama diğerleri kalıyordu. Niçin?”
Bir de soruyor. Bu nasıl bir körlük? Anti-faşist zafer, ebediyyen işgal ve diktatörlük yetkisi mi demekti, bütün Doğu Avrupa üzerinde?
İster gerçek ister hayalî, bütün büyük adamların, kahramanların, kurucuların, vatan ve millet babalarının, halaskâr gazilerin ortak kaderi midir -- ilk baştaki kurtarıcılık rantının, ne kadar büyük ve herkesçe kabullenilmiş, boyun eğilmiş sanılırsa sanılsın, kalıcı olamayacağını idrak edememek?