Son günlerde “Kürt Sorunu”nun çözümünde muhatabın kim olacağı üzerinden başlayan tartışma ülkemizin en temel sorunlarından birisinin yeniden gündemimize girmesine vesile oldu. Uzun zamandır hem ulusal hem de bölgesel gelişmelerin de etkisiyle baskın siyaset diline dönüşen güvenlikçi dil ve yaklaşım, sorunu dondurmakla kalmamış aynı zamanda bunu nihai çözüm olarak kodlayarak sorunu veya sorun etrafında bir konuşmayı da imkânsız kılmıştı. Bu dil ve yaklaşımdaki belirginleşen tıkanma arttıkça paranteze alınan sorunlar da yeniden gün yüzüne çıkıyor. Muhatabın kim olacağı üzerinden seyreden tartışmanın bir boyutunu güvenlikçi dile ve yaklaşıma yaslanan siyasetin tıkanıklığı, çözümsüzlüğü oluşturuyor ki bu kendi başına önemlidir, anlamlıdır. En azından siyasette alternatif dillerin, yaklaşımların, arayışların zorunluluğuna ve daha da önemlisi meşruiyetine ilişkin bir iklim oluşturuyor. Diğer taraftan sorunun çözümü için muhatap belirleme arayışı açık ki bir tarafıyla da sorunun sahibinin kim olduğuna ilişkin bir adres ve irade tayinini içeriyor. Aynı şekilde muhatap tayin etme işi sorunun ne şekilde ele alındığını ve ne tür bir çözüm perspektifi içerdiğini de gösteriyor. Dolayısıyla tartışma konjonktürel motivasyonlarından çok daha önemli olarak Türkiye’nin temel sorunlarından birisini kavrama, tartışma ve çözüm üretme kapasitemiz ile ilgili bilgi sunuyor.
***
Bu açıdan “Kürt Sorunu” nedir? Neden önemlidir? “Kürt Sorunu”nun çözümünde muhatap kim(ler)dir? “Kürt Sorunu”nda çözüm nedir, nerededir? soruları büyük önem taşıyor ve açıkçası bu minvaldeki her soruyu uzun uzadıya konuşmak, tartışmak gerekiyor. Neden? Çünkü yukarıda da altı çizildiği üzere sorun önemli hatta Türkiye’nin ve bölgenin en büyük, en temel sorunu. Adı “Kürt Sorunu” ama Kürtlerin, Türklerin, Arapların vs. hepimizin sorunu. O yüzden sorunun ne olduğu, sorunun sebeplerinin neler olduğu ve dolayısıyla çözümün ne olabileceği gibi hususlar üzerinde durmak gerekiyor.
***
Peki, sorun nedir? “Kürt Sorunu” dediğimizde neyi kast ediyoruz? Bu etiket, bu tanımlama somutta neye karşılık geliyor? Egemen iki okuma var. Birincisi, PKK tarafından ve ona yakın duranlarca dile getirilen okuma. Bu da kısaca, uzun uzadıya ekonomik-tarihi-siyasi sebepler sıralıyor ve sorunu özellikle Türklük-Kürtlük aksına yerleştirerek bir sömürü anlatısına bağlıyor. Okumanın devamının bir ayrılıkçılığı getirdiği veya açık veya örtük olarak istenenin bu olduğu görülüyor. Devlet tarafından yapılan okumada ise mevzu bildiğimiz üzere küresel güçlerin Türkiye aleyhine kullanmak üzere oluşturduğu ve kullandığı yapay bir sorun olarak görülüyor. Sorun bir asayiş sorunu olarak görüldüğü için de çözüm askeri tedbirler üzerinden alınmaya çalışılıyor.
***
Gerçekliğin ne olduğundan ziyade mevzunun bir mevcut durum ve gelecek tasarımı üzerinden araçsallaştırılması ile karşı karşıyayız. Devlet mevzuyu kriminalleştirip asayiş sorununa indirgediği oranda yerleşik statükoyu muhafaza etmeyi hesaplıyor, PKK eksenli taraf ise sorunu uluslararasılaştırarak, çözümsüzleştirerek hem Türkiye’yi güçsüzleştirmek hem de kendi olası egemenlik alanını genişletmek için kullanıyor. Bölgesel ve küresel güçlerin ne tür hesaplar peşinde koştuğu ise önemli ve ayrı bir başlık. Ancak bu statükodan anlamlı çıkış mesele karşısında bir tür idrak körlüğü oluşturan bu iki yaklaşımdan farklı bir okumayla mümkün. İşin açığı bu okumanın ana omurgasının da çok karmaşık ve bilinemez olduğu söylenemez.
***
Çok karmaşık ve bilinemez olmayan okumada ne var peki? Burada iki hususa dikkat etmemiz gerekiyor. Birincisi ve sanırım en önemlisi “ulus devlet” dediğimiz yapı, özellikle de ülkemizdeki uygulaması. Devletin bu tarz bir formülasyonu doğru bir kimlik, doğru bir vatandaş tanımı yapmakla kalmıyor aynı zamanda bu tanım üzerinden oluşturulan kalıba herkesi uydurmaya çalışıyor. Bu insani değil, ahlaki değil aynı zamanda pratik/pragmatik açıdan işlevsel değil. Yüksek maliyetli. Dolayısıyla çözüm ancak anlamlı bir devlet-toplum ilişkisi ile mümkün. Bunun yeni bir Anayasayı da içerdiği açık. İkincisi de bununla doğrudan bağlantılı olan devlet-toplum ilişkisinin, Anayasa’nın ufkunun, perspektifinin, ruhunun nasıl olacağı hususudur. Yani bu Anayasa siyasal, kültürel, hukuki ve ekonomik eşitliği gözetecek mi, özgüvenli bir şekilde özgürlüğe alan açma ve onu koruma noktasında bir imkân taşıyacak mı? Etyen Mahçupyan’ın sorular üzerinden somutlaştırarak ifade ettiği gibi “Devlet-toplum ilişkisi toplumun gözleme ve denetleme gücünü artırarak, buna karşılık devletin toplum üzerindeki ideolojik ve fiziki baskısını azaltarak yeniden nasıl tanımlanabilir? Kamusal alan kavramını ve uygulamasını şu anki hiyerarşik yapısından daha özgürlükçü bir noktaya nasıl çekebiliriz? Yargı bağımsızlığını engelleyen ideolojik kabuller nasıl temizlenebilir? Ordunun hem siyaset üzerinde bir güç olmamasını, hem de siyasetin sekter bir yaklaşımla orduyu enterne etmemesini aynı anda nasıl sağlayabiliriz?” Aktörlerin sistem içindeki pozisyon değişiminden ziyade sistemin kendisinin belirtilen parametreler doğrultusunda değişimini önceleyen bu yaklaşımın yine Mahçupyan’ın ifadesiyle Kürtlerin “göçmenleştirildiği” bu kritik sürecin makul çıkış yolu olduğu görülüyor.
***
2011 krizi öncesine hatta ondan bir kaç yıl sonrasına kadar temel siyaset bilim okumalarından birisi Türkiye’nin devlet olarak yukarıda çerçevesi çizilen bir siyasete kaydıkça tüm sınırlarının alabildiğine esnediği/genişlediği tespitiydi. Yani özgüveniniz yüksek, devlet-toplum ilişkiniz gerilimsiz, ekonomik canlılığınız rasyonel bir zemine oturuyor ve çevreyle ilişkiniz “kazan-kazan” üzerinden seyrediyorsa Suriye ile sınırları kaldırır, ticaret hacminizi genişletir, ortak kabine toplantıları yaparsınız, yapabilirsiniz. Hakeza aynı şey Kuzey Irak, Irak, İran, Ermenistan vs. diğer ülkelerle ilişkileriniz için de geçerli.
***
Özellikle Ak Parti iktidarı ile kontrolsüz eklemleşmenin İslami kesimi milliyetçileştirerek bir tür devlet aparatına dönüştürdüğü şu süreçte konunun hem zor hem de hayati olduğu ortada. “Çözüm Süreci”nde yaşandığı üzere yerleşik statükonun dışında alternatif bir okuma ve irade olarak sahne alma şansı ve hatta zorunluluğu olan İslami kesim, meselesinin devletin imkânlarını, etkili noktalarını kullanmaktan ziyade devletin ve devlet-toplum ilişkisinin niteliğinin belirli ilke ve değerler üzerinden yeniden yapılanması olduğunu unuttu. Unutmanın faturasını da asayişçi dil ve yaklaşımı içselleştirmekte sıkıntı çekmeyecek şekilde ağır bir mutasyonla ödüyor.
Bugün de esas itibariyle “Çözüm Süreci”yle billurlaşan yaklaşım içerdiği kimi kafa karışıklıkları bir yana bakılırsa ana gövde olarak hala meşru ve makul olandır. Neydi bu? Sorunu bir asayiş sorunu olarak okumak yerine ülkemizin hak ve özgürlük meselesi olarak görmek. Peki muhatap? Bu kadar büyük ve önemli bir meselenin muhatabının herkes olduğu, olması gerektiği açıktır. Özel bir muhataplığın, özel bir muhataplık ilişkisinin anlamsız/gereksiz olduğu izahtan varestedir. Sorunları sözüm ona sahipleri(!) üzerinden parsellemek siyaseti/sorunları belirli aktörlerin tekeline indirgemek anlamına gelir ki bunun sorun çözücü olmak bir yana sorunları kronikleştirmek gibi bir büyük bir yan etkisi var. Özellikle kendi alanlarını genişletmeyi öncelemeyi yegâne başarılı siyaset formu olarak sunan mevcut ilişki ağında aktörleri biricikleştiren her çözüm stratejisi çözümsüzlüğü bağrında taşıyor. Bu mevzudaki diğer önemli bir blokaj ise varlıklarını bir sorunun sorun olarak kabul edilmesi için seferber edenlerin paradoksal şekilde sorunun çözümü önünde engel olmaya başlaması oluşturuyor. Çünkü varlıkları, siyasal bir özne olarak mevcudiyetleri sorunun varlığı ile o kadar özdeş hale gelir ki bir noktadan sonra sorunun çözümü en başta sorunun sorun olarak görülmesi için hayatlarını verenleri tedirgin etmeye başlar. Çözüm Süreci’nin sekteye uğramasının dip sebeplerinden birisinin bu olduğunu düşünüyorum.
***
O halde ülkemizin en temel meselelerinin çözümünde muhataplık tartışmasına siyaset üzerinden çözüm aranıyorsa mantıklı olan belirli bir adres ve irade tayininden ziyade dışlanmış/görünmez kılınmış aktörlerin de katılımına imkân sağlayacak geniş, katılımcı ve derin bir siyasal alanın varlığını tesis etmektir. Çünkü Türkiye’nin en temel meselelerinden birisi olan “Kürt Sorunu”nda muhatap herkestir ve çözüm perspektifi adil ve özgür bir Türkiye perspektifidir.