Fotoğraf: Twitter
‘3 Tarzı Siyaset’ ünlü Türk milliyetçisi Yusuf Akçura’nın, 1904'te Rusya'da, Kazan'da iken yazdığı 32 sayfalık bir makalenin adı.
'3 Tarz-ı Siyaset' son yüz yılda Türkiye’de en fazla konuşulan ve en fazla tartışılan bir makale.
Bir kitap hacminde bile olmayan, 32 sayfalık bir değerlendirme nasıl bu kadar gündem olur ve nasıl bu kadar ünlenir demeyin!
Dünyada az da olsa bunun örnekleri var.
Samuel Huntington'un (1927- 2008) 'Medeniyetler Çatışması' ile benim de şahsen tanıma fırsatı bulduğum Japon asıllı ABD vatandaşı Francis Fukuyama'nın (1952...) ekonomik ve siyasal olarak Batı Liberal düşüncesinin; insanlığın ulaşabileceği son aşama olduğunu anlattığı ‘Tarihin sonu ve son insan’ adlı tezleri de bütün dünyada büyük yankılar uyandırdı ve halen de tartışılmaya devam ediyor.
Her iki tez hakkında tüm dünyada on binlerce yazı ve kitap yayımlandı.
Aslında her iki şahsın da tezlerinin, özetinin özeti birer cümle.
Önemli olan ne kadar çok yazdığınız değil, ne yazdığınız ve ne söylediğiniz. Çoğu kez bin sayfalık bir kitapta akılda kalacak bir cümle bile bulamazsınız.
Osmanlı'daki son dönem siyaset ve düşünce akımlarını bir makalede özetleyen Yusuf Akçura da az ama öz yazanlardan.
Önemi, bu özelliğinden geliyor.
Yusuf Akçura / Fotoğraf: Wikipedia
Kırım'dan Kazan'a göç etmiş Tatar Türk'ü bir aileye mensup olanYusuf Akçura, 1876 yılında Moskova’nın doğusundaki Kazan Bölgesi'nin Simbir kentinde doğdu.
2 yaşındayken babasını kaybetti ve annesi ile birlikte 1883'te İstanbul'a göç etti.
1895 yılında Harp Okulu’na girdi. İkinci sınıfta tutuklandı 45 gün hapis yattı.
1897’de Libya Çölü'ndeki Fizan’a sürüldü, ancak Fizan’a gönderilmeyerek Trablusgarp’ta tutuldu.
Libya'dan Paris'e kaçtı, öğrenimine orada devam etti.
Paris Siyasal Bilgiler Okulu’ndan mezun oldu, firari olduğundan İstanbul'a dönemedi ve 1903'te Kazan'a, amcasının yanına gitti.
'3 Tarz-ı Siyaset' adlı ünlü makalesini de 1904'te, Kazan'da iken yazdı. Makale, Kahire'de yayımlanmakta olan 'Türk' adlı gazetede yayımladı.
1908'de, Meşrutiyet ilan edilince aftan yararlanarak İstanbul'a döndü. Türkçülük faaliyetlerini sürdürmeye devam etti. Beklenilenin aksine İttihat ve Terakki Partisi'ne girmedi.
1920’de İngilizler tarafından tutuklandı. Hapisten çıktıktan sonra Ankara'ya giderek Milli Mücadele'ye katıldı.
1923'te 1. Meclis feshedildikten sonra yapılan 2. Meclis seçimlerinde milletvekili yapıldı.
Türk Tarih Kurumu Başkanlığı ve 1935'te ölümüne kadar 4 devre milletvekillik yaptı.
1904'te yazdığı makalesinde Osmanlı'nın çöküşünü önlemek ve yeni bir siyaset oluşturmak için Osmanlı aydınlarının önerdiği fikirleri 3 ana başlıkta değerlendirdi:
- Osmanlıcılık
- İslamcılık
- Türkçülük
Osmanlıcılık
Sultan Abdulhamid'in kız kardeşinin oğlu Prens Sabahattin gibi aydınlar, Osmanlı üst kimliği altında tüm Hristiyan ve Müslüman halkların siyasi ve kültürel haklarının tanınarak, yerinden yönetime ve bununla birlikte;
Ekonomide de özel teşebbüse fırsat tanınarak reformlar yapılması önerileri (Teşebbüsü şahsi ve Ademi merkeziyet), Sultan Abdulhamid tarafından kabul görmedi.
Hristiyan halkların birbiri ardına imparatorluktan ayrılarak bağımsızlıklarını ilan etmeleriyle büyük toprak ve nüfus kaybı yaşanınca, Osmanlıcılık fikri de çöktü.
Sultan Abdülhamid / Fotoğraf: Wikipedia
İslamcılık
Osmanlıcılık fikrinin devre dışı kalmasıyla Osmanlı'daki Müslüman halkların, Türk, Arap, Arnavut, Boşnak ve Kürtlerin dağılmasının önüne geçmek için çare olarak İslamcılık fikri öne çıktı.
Sultan Abdülhamid, İslamcılık (İttihad-ı İslam) fikrine dört elle sarıldı, ancak Müslüman Arap, Arnavut ve Kürtlere siyasi ve kültürel haklar tanıyarak; İslam Hukuku doğrultusunda 'İslamcılık'ın gereğini yapacağına;
Kürt, Arap ve Arnavut ileri gelenlerine mevki, makam ve para dağıtarak soyut bir İslam kardeşliği söylemi ile onları oyalamayı tercih etti.
Arnavutların ana dille eğitim talepleri gibi ciddi ve kalıcı teklifleri ise zararlı görerek cezalandırdı.
Van Gölü kıyısında pozitif ilimlerle İslami ilimlerin birlikte okutulacağı Medresetül Zehra isminde bir üniversite açmak isteyen Said-i Nursi'yi tımarhaneye attı.
Kürtler dışında, önce Arnavutların sonrasında da Arapların ayrılmaları ile İslamcılık fikri de İmparatorluğu dağılmaktan kurtaramadı.
Sultan Abdülhamid'i deviren İttihatçıların ve sonrasında ise Cumhuriyet kadrolarının, 'Osmanlıcılık' ve 'İslamcılık' akımlarının devre dışı kalmaları ile yeni ideolojileri laik-seküler Türkçülük oldu.
Türkçülük
Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Falih Rıfkı Atay, Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Zeki Velidi Togan gibi kişiler, "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur" sloganıyla çağın modası olan 'ulus devlet' fikri çerçevesinde 'Türk devleti' ve 'Türk milliyetçiliği' siyasetini savundular.
Yusuf Akçura'nın, 'İslamcılık' akımının iktidarda olduğu ve özellikle de Türk, Arap ve Kürt aydınlarının önemli bir kesimince 'İslamcılık'ın benimsendiği 1904 gibi henüz erken bir tarihte 'Türkçülük' fikrini sistematize ederek savunması dikkat çekicidir.
Aynı dönemde, 1900'lerin başlarında, Kürt aydınları arasında da yoğun tartışmalar ve kamplaşmalar yaşandı.
1908'de ilan edilen Meşrutiyet'ten sonra bir biri ardına Kürt dernek, dergi ve gazeteleri faaliyete girmeye başladı.
Bu dönemde Kürtler arasındaki siyasi akımlar da 3 ana başlıkta toplanabilir:
- Padişahçılar (Abdülhamid yanlıları)
- İttihatçılar
- Kürt milliyetçileri.
Padişahçılar (Sultan Abdülhamid yanlıları)
Sultan Abdulhamid yanlılarının büyük bir çoğunluğu, Sultan zamanında güç sahibi olan; Kürt ağa, bey ve şeyhleri ile şehirli eşraf sınıfıdır.
Bu şahısların önemli bir kısmı devlet kademelerinde kaymakamlık, mutasarrıflık, valilik, paşalık gibi yüksek mevkilerde bulunan kişilerdir.
Tapu kanunu çıktıktan sonra miri arazilerin çoğunu kendi şahısları adına kaydederek büyük bir ekonomik güç de elde etmişlerdir.
Padişah gibi geleneksel İslamcı ve tarikat mensubudurlar. Tekke ve zaviyeler bu kişiler için en önemli toplanma merkezleridir.
Viranşehirli Milli Aşireti Reisi İbrahim Paşa, Diyarbekirli Cemil Paşa (Ölümü 1902), Medine Kadısı Mehmed Feyzi Efendi'nin oğlu Diyarbekir Belediye Reisi Abdulhamid Niyazi Çıkıntaş, Bucak Osman Paşa, Hazrolu Seyfeddin Paşa, Hizanlı Seyyid Ali ile amcası oğlu Şeyh Şehabeddin ve hocaları Molla Selim, Şeyh Abdülbaki Kufrevi, Şeyh Alaeddin Oxini, bu gurubun en önde gelenleridir.
Yüzlerce Kürt şeyh, ağa ve beyi de bunlarla aynı çizgidedir. Hamidiye Alayları, Sultan'ın Kürtler arasındaki en etkili askeri ve sivil gücüdür.
Hamidiye Alayları birlikleri / Fotoğraf: Wikipedia
Müslüman Kürt halk yığınları bunların kontrolü altıdadır ve ağaları, beyleri özellikle de şeyhleri ne derse ona inanır ve onu yaparlar.
Genel olarak klasik anlamda 'tam Kürttürler'
Büyük bir çoğunluğu Kürtçe konuşur, Kürtçe şarkı, türkü, klam söyler ve dinler; kılık kıyafet olarak da binlerce yıldır babadan deden kalma Kürt milli kıyafetlerini kullanırlar.
Düğünleri, nişanları, taziyeleri örf ve adetleri hep 'Kurdi'dir.
Ancak Kürt siyasi talepleri noktasında hiçbir duyarlılıkları yoktur.
Osmanlı yönetiminde Kürtçe ile ilgili bir yasağın olmaması, sosyal hayatın Kürt kimliği ile devamının doğallığı karşısında daha fazlasını isteme gereği duymazlar.
Said-i Nursi gibi, Kürtleri bir millet olarak kabul eden, Kürtçe üniversite açılmasını isteyen, Kürtlerin yerel yönetimlerde etkili olması ve Kürtçe'nin kamusal alanda da kullanılması gibi haklar talep eden Kürt aydınlarından hoşlanmazlar.
Bu gibi kişileri padişaha karşı gelerek rahatlarını bozan şahıslar olarak görür ve karşı dururlar.
Cemaleddin Efgani, Mehmet Akif, Said Halim Paşa ve Said-i Nursi gibi çağın sorunlarına kafa yoran ve padişahı eleştirerek Meşrutiyet isteyen muhalif İslamcılara karşı da oldukça mesafelidirler.
Padişahın yetkilerini sınırlandıran Meşrutiyet'e ‘dinsizlik, küfür, gavur yandaşlığı’ gibi gerekçelerle şiddetle karşıdırlar.
Birçoğunun ana kaygısı padişah nezdindeki statülerini kaybetmektir.
İttihatçılar
İttihat ve Terakki yanlıları, halk tabiri ile ‘İttihatçılar’; 'Padişahçıların' tam karşı cephesinde yer alanlardır.
Tanzimat’tan itibaren Batılılaşmayı (Asrileşmeyi) esas alan, bu doğrultuda İslam’ı terakkiye (ilerlemeye, gelişmeye) engel olarak gören, önemli bir kısmı Paris, Londra, Berlin gibi Avrupa şehirlerinde eğitim alan kişilerdir.
İttihatçılar, Meşrutiyet, hürriyet, musavat (eşitlik), adalet, 'uhuvvet' (kardeşlik) gibi; halkın ihtiyacı olan ve hoşuna giden birçok sloganı, İslam’ı ve İslam kültürünü toplum hayatından silmek için bir kamuflaj olarak kullandılar.
'Osmanlıcılık' ve 'İslamcılık' siyasetlerine karşı 'Türkçülük siyasetini öne sürdüler.'
Kürt, Arap ve Arnavut milliyetçilerine karşı çok sert bir politika takip ettiler.
Birçoğuna göre Kürtlerin varlığı bile tartışma konusudur. Kürtler, Orta Asya kökenli ve Türk asıllıdırlar. Bu görüşleri doğrultusunda Kürtlerin hiçbir siyasi talebini kabul etmediler.
Lozan Heyeti’nde bulunan Dr. Rıza Nur ve Ziya Gökalp gibi Kürtleri ayrı bir halk olarak kabul edenleri de ileride sorun yaşanmaması için Kürtlerin mutlaka ve acilen asimile edilmeleri gerektiğini savundular.
Meşrutiyet yıllarında Diyarbekir’de, İttihatçıların en önde gelenleri Ziya Gökalp, Gökalp’in dayıları olan Pirinççizadeler (Cahit Sıtkı Tarancı da bu ailedendir), Camidizadeler (Uluğlar), Hindi Baba Ailesi (Tigreller) ve Yasinzade Şevki Bey’di.
Ziya Gökalp / Fotoğraf: Wikipedia
Meşrutiyet ilan edildikten sonra da Diyarbekir’de başını Hacı Niyazi Bey’in çektiği Sultan Abdülhamid yanlıları ile başını Ziya Gökalp’in çektiği İttihatçılar arasında şiddetli çatışmalar yaşandı.
Padişah yanlıları hızla tutuklanmaya başlandı. Hacı Niyazi Bey Mısır’a kaçtı; İbrahim Paşa Milli ise 1908’de kaçış yolunda Haseki yakınlarındaki Kevkeb Tepeleri'nde 'Sıfayya' mevkiinde hastalanarak öldü. Kefen bulunamadığından bir yorgana sarılarak gömüldü.
Nusaybin'de, hükümet kuvvetlerine teslim olan oğulları tutuklanarak Diyarbekir hapishanesine konuldu. Büyük oğlu Abdülhamid hapishanede öldü/öldürüldü. Diğer oğulları ve Hüseyné Qanco Trabzon hapishanesine gönderildi.
Sultan Abdülhamid döneminde etkili olan Kürt eşrafının tamamı tasfiye edilerek, yeni bir işbirlikçi sınıf oluşturuldu.
İttihatçılar bölgeyi tam olarak hakimiyetleri altına aldılar ve bu hakimiyetleri 1950 yılına kadar Cumhuriyet Dönemi’nde de devam etti.
Ermeni Tehciri’nden sonra tüm Ermeni mülküne el koyarak kendi aralarında paylaştılar.
Sadece Şevki Ekinci bugün Dicle Üniversitesi’nin yerleşkesi olan 26 bin dönüm arazi ile Kayapınar İlçesi’nin Diclekent Mahallesini ailesi adına tapuladı.
Bu alan, şu an bir milyonun üzerinde nüfusu olan Diyarbakır şehir merkezinin fiilen yarısıdır. Köylerdeki araziler de aynı şekilde bölüşüldü.
1950 yılına kadar tüm milletvekili ve belediye reisleri İttihatçı ailelerden seçildi. İttihatçılar, Sultan Abdülhamid yanlılarına da, Kürt milliyetçilerine de hayatı zindan ettiler.
Tam bir Kürt inkarı yaşandı. Binlerce masum Kürt öldürüldü, muhalif Kürtlerden sağ kalanlar ise sürgüne ve hapse gönderildi.
Kürt milliyetçileri
Osmanlı İmparatorluğu’nun hastalanarak, çökmeye başlaması ve 19'nci yüzyıl sonlarından itibaren milliyetçilik akımlarının ortaya çıkması ile birlikte Kürtler arasında da Kürt halkının geleceği ile ilgili tartışmalar başladı.
Kürtlerin hak ve hukukunu elde edebilmeleri için dönemin Kürt aydın ve ileri gelenlerinin içinde yer aldığı birçok cemiyet kuruldu.
Kürt milli taleplerini savunanların önemli bir kesimi medrese mezunu melalar ile Kürt şeyhleri ve diğer ileri gelen Kürt ailelerinin Avrupa’da eğitim görmüş çocuklarıydı.
Bunlar da kendi aralarında ikiye ayrılıyorlardı:
- Ulusalcılar, Osmanlı’dan ayrılarak bağımsız bir Kürdistan kurmak isteyenler
- Osmanlı yönetimi altında bir özerk yönetim isteyenler
Ulusalcılar
Osmanlı'dan ayrılarak bağımsız bir ulus devlet kurmak isteyenlerin çoğunluğu, İstanbul ve Avrupa'daki üniversitelerde eğitim görmüş ve laik-seküler bir hayat tarzını benimsemiş kişilerden oluşuyordu.
Osmanlı Devleti'nin çöktüğünü, bir daha toparlanabilmesinin mümkün olmadığını, Kürtlerin de diğer halklar gibi kendi başlarının çaresine bakmaları gerektiğini savunuyor; bu doğrultuda Kürtlerin geleceği ile ilgili Ortadoğu'yu şekillendirmek isteyen emperyalist devletlerle ilişki kurmaya çalışıyorlardı.
Ekrem Cemilpaşa gibilerin İngilizlerle, Osmanlı'nın İsveç Büyükelçisi Süleymaniyeli Kürt Şerif Paşa'nın Fransızlarla, Kamil Bedirhan gibilerin ise Ruslarla diyalogları vardı.
Emin Ali Paşa ve çocukları Süreyya, Celadet ve Kamuran Bedirhan da bu gurubun içindeydiler.
Geleneksel Kürt halk kitleleri üzerindeki tesirleri zayıftı. Onun içindir ki ciddi bir taban bulamadılar ve etkisiz bir durumda kaldılar.
Özerklik yanlıları
Kürt haklarını savunanlar arasında Osmanlı Devleti içinde Türkler ve Araplarla birlikte kalmak şartıyla Kürtler için 'Muhtariyet' (Özerk Yönetim) isteyen Kürtler, büyük çoğunluğu oluşturuyordu.
Bu kesimin önemli bir kısmı Nakşibendi şeyhlerinin üniversite ve medreselerde okumuş çocukları ile yine iyi eğitim almış Kürt aydınlarından meydana geliyordu.
İslamcı olmalarına rağmen, özgürlükleri kısıtladığı gerekçesiyle 'İslamcı' Sultan Abdülhamid'e muhalif ve Meşrutiyet yanlısıydılar.
Bu nedenle Sultan tarafından birçoğu sürgüne gönderildi ve hapse atıldı.
Said-i Nursi Meşrutiyet ilan edildikten sonra da Kürt aşiretlerini dolaşarak Meşrutiyet'in yararlarını anlattı.
Liderliğini Büyük Nakşibendi Şeyhi Seyyid Taha'nın torunu ve Şeyh Ubeydullah'ın oğlu olan Ayan Meclisi üyesi ve Şuray-ı Devlet Reisi Seyyid Abdülkadir'in (1851-1925) yaptığı bu gurubun ilk akla gelenleri,
Saidi Nursi, Şeyh Şefik Arvasi, Diyarbekirli Cemilpaşa'nın en büyük oğlu Mustafa Bey, Abdurrahim Rahmi Zapsu, Bedirhanzade Ali Şamil Paşa, Bedirhanzade Mehmet Ali Bey, Şeyh Said-i Palovi, Hanili Salih Bey, Motkili Halil Hayali, Şeyh Şefik Arvasi, Babanzade Şükrü ve Babanzade Hikmet Beyler gibi şahsiyetlerdi.
Bu kişilerin en önemli özellikleri dindar olmaları ve Batılı emperyalistlerin Kürtleri, Ermenilerin hakimiyeti altına sokacak Ermenistan Devleti projesine şiddetle karşı olmalarıydı.
Kürtlerle Türklerin kaderlerini bir görmekte ve Kürtlerin, Osmanlı Devleti içinde hak ve özgürlüklerinin tanınacağı inancındaydılar.
1925’te İstanbul’dan Diyarbakır’a götürülerek oğlu Seyyid Mehmed’le birlikte idam edilen Seyyid Abdülkadir Efendi, İstiklal Mahkemesi’nde verdiği ifadede bu durumu şöyle anlatmaktadır:
Hürriyet ve İtilaf ile bir mukavele yaptık. Ferid Paşa’nın Ermenistan amalini kırmak istedik. Bu mukavelename mucibince Kürdistan’a bir muhtariyet verecektik.
Fakat Hükümet-i Osmaniye’den ve Hilafet-i İslamiye’den ayrılmadan.
İmza sahipleri, bizim taraftan Molla Said vardı, Bedirhanilerden Mehmed Ali vardı. Bir de bendeniz vardım. Hürriyet ve İtilaf'tan Vasfi, Zeynelabidin ve Mustafa Sabri Hoca (Son şeyhülislamlardan) vardı.
Seyyid Abdülkadir Efendi’nin oğlu Seyyid Mehmed de 1925'te Diyarbekir'de idam edildiği İstiklal Mahkemelerindeki ifadesinde bu durumu tasdik etmektedir.
Mahkeme heyetinin Kürdistan Teali Cemiyeti’ni kastederek “İki numaralı azanız Bediüzzaman ne görüşte idi?” sorusuna “Mütedeyyindir (dindardır), ulemadandır. Onun için istiklal (bağımsızlık) taraftarı değildir” diye cevap verir.
Said-i Nursi’ye göre Kürtler, muhtariyet (özerklik) dahil bir hak elde edeceklerse Batılıların himayesinde Osmanlı ile çatışarak değil, Osmanlılarla birlikte Batılılara karşı durarak ve bizzat Osmanlı yönetimi ile anlaşarak bu hakkı elde etmelidirler.
Said-i Nursi
Said-i Nursi, Sevr Antlaşması’nı Ermeni Boğos Nubar’la birlikte Kürtler adına imzalayan Osmanlı’nın eski İsveç Büyükelçisi Süleymaniyeli Kürt Şerif Paşa’ya da karşı çıkar:
Kürdistan’a verilecek muhtariyetten bahsediliyor. Kürtler, ecnebi himayesinde bir muhtariyeti kabul etmektense ölümü tercih ederler. Eğer, Kürtlerin serbestiyet-i inkişafını düşünmek lazım gelirse bunu Boğos Nubar’la Şerif Paşa değil, Devlet-i Aliye (Osmanlı) düşünür. Hülasa: Kürtler bu hususta kimsenin tavassut ve müdahalesine muhtaç değildirler.
Said-i Nursi milliyetçiliği: Müsbet milliyetçilik ve menfi milliyetçilik olmak üzere ikiye ayırır.
Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı menfidir, şeametlidir, zararlıdır, başkasını yutmakla beslenir.
Fikr-i milliyette bir fikr-i nefsanî var, gafletkarane bir lezzet var, şeametli bir kuvvet var.
Nasyonalizmi (milliyetçiliği) zararlı ve başkalarını yutmakla beslendiği için tehlikeli görür.
Kendi halkının hak ve hukukunu savunan ve halkının ilerlemesi için çalışan milliyetçiliği ise diğerinden ayırır ve 'Hamiyet-i Milliye' diyerek yararlı görür.
Said-i Nursi’nin Türkçü ideolojiye muhalefeti, İttihat ve Terakki döneminde olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de devam eder.
Türkçülüğün en büyük ideologlarından biri olan Ziya Gökalp’i “Menfi milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin (ırkçıların) reislerinden birisi” diye tanımlayarak eleştirir.
Ziya Gökalp’in ‘Turan’ ve ‘Kızıl Elma’ fikirlerine karşı çıkar. Diyarbakır’da bir karşılaşmalarında Kürtlerin soğanı çok sevmelerinden kinayeyle Ziya Gökalp’e “Kürdüm diye tan eyleme beni, bir kelle soğanı, bin kızıl elmaya değişmem” der.
Bu konuda bir diğer önemli şahsiyet de Diyarbekirli Cemil Paşa'nın en büyük oğlu ve aile reisi Mustafa Bey'in tavrıdır.
Mustafa Bey'in kardeşi Kasım Bey'in oğlu, dönemin en ünlü Kürt ulusalcılarından İsviçre ve Belçika'da eğitim görmüş Ekrem Cemilpaşa, anılarında amcasını ve dönemin atmosferini lirik bir dille anlatmaktadır:
'Babamdan yirmi sene daha yaşlı ve ömrünün sonlarında sofuluk yolunu tutan (Cemil Paşa’nın on bir oğlunun en büyüğü) Mustafa Bey’e Mustafa Kemal'in yazdığı mektuplar;
Babamdan yirmi sene daha yaşlı ve ömrünün sonlarında sofuluk yolunu tutan (Cemil Paşa’nın on bir oğlunun en büyüğü) Mustafa Bey’e Mustafa Kemal'in yazdığı mektuplar;
'Hürmetle ellerinizden öperim efendim’ cümle tazimiyle hitam (son) buluyordu. Cemil Paşa aile reisinin Mustafa Kemal’e iltifatı, devr-i kadimden beri aileye riayet eden Diyarbekirliler için de mühim bir hadise idi.
Mustafa Bey’i doğru yola getirmek mümkün değildi. Kendinden küçük olan üç kardeşi, Kasım, Ömer, Cevdet Beyler haftalarca, aylarca uğraştılar, akılla nasihatle bu adamı doğru yola getiremediler.
Sabahtan akşama kadar namazla, Delail-i Hayrat okumakla vakit geçiren bu ihtiyar, bu mutaassıb-ı İslam’a söz anlatmak mümkün olmadı.
O öyle iman etmişti ki Mustafa Kemal, Allah tarafından gönderilmiş hakiki Mehdi’dir. İslam’ı, halifeyi, İslam hamisi olan Sultan-ı Osmaniye’yi, İstanbul’u kafirlerden, ecnebilerden halas edecek (kurtaracak) ve Müslüman Kürt kardeşlerine de bütün haklarını iade edecekti.
Selanikli Mustafa, Diyarbekirli Mustafa’yı kolaylıkla kandırmıştı.
Mustafa Cemilpaşa, Mustafa Kemal'e o kadar inanmıştı ki, Kürt Teali Cemiyeti Diyarbekir Şubesi başkanı olan kardeşi Kasım Bey’in karşısına geçerek Müdafaay-ı Hukuk Cemiyeti’nin Diyarbekir şubesini kurdu ve başkanı oldu.
Kendi ailesini ve bütün Diyarbekir bölgesini örgütleyerek Kurtuluş Savaşı’na destek oldu. Kardeşi Kasım Bey’in oğlu Ekrem, Diyarbekir’i terk etmek zorunda kaldı. Bir müddet sonra kardeşi Kasım Bey de Mustafa Bey’e destek verdi.
Uğur Mumcu, 'Kürt-İslam Ayaklanması' kitabında 'Özerklik' ile ilgili olarak şunları anlatmaktadır:
1923 yılının 14 Ocak günü bir yurt gezisinde Mustafa Kemal Paşa İzmit’te bir grup gazeteciyle söyleşirken, önemli bazı yorumlar yapar.
Atatürk, gazeteci Ahmet Emin Yalman’ın Kürtlük sorunu nedir, bir iç sorun olarak değinseniz, şeklindeki sorusuna şöyle cevap verir:
Bizim milli sınırlarımız içinde Kürt unsurları öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde sınırlı olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir.
Örneğin Erzurum’a giden, Erzincan’a, Sivas’a giden, Harput’a kadar giden bir sınır çizmek gerekir. Ve hatta Konya çöllerindeki Kürtleri de göz önünde tutmak gerekir.
Bu nedenle başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok, Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır.
O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar.
Şimdi TBMM hem Türklerin hem Kürtlerin yetkili meclislerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe, bütün çıkarını ve bütün yazgılarını birleştirmiştir.
'Mustafa Kemal, Allah tarafından gönderilmiş hakiki Mehdi’dir. İslam’ı, halifeyi, İslam hamisi olan Sultan-ı Osmaniye’yi, İstanbul’u kafirlerden, ecnebilerden halas edecek (kurtaracak) ve Müslüman Kürt kardeşlerine de bütün haklarını iade edecektir' diyen kadrolar Cumhuriyet'ten sonra tamamen tasfiye edildiler.
Osmanlı içinde hak arayan Kürtlerin lideri 74 yaşındaki Seyyid Abdulkadir ve oğlu Seyyid Muhammed İstanbul'dan getirilerek Diyarbekir'de idam edildiler.
Said-i Nursi ise ölümüne kadar 35 yıl hapiste ve sürgünlerde tutuldu.
Olayların sebep-sonuç ilişkileri kavranılmadan, günümüze etkileri incelenmeden, edinilecek bir tarih bilgisinin hiçbir önemi yok.
Tarih kuru bir hikaye olarak değil, ders alınmak için okunmalı.
Bugüne ve bugünden yarına ışık tutmayan bir bilgi sadece yükten başka bir şey değil.
Mevzu derin!
Geçmişte 'Kürtlerde 3 Tarz-ı Siyaset'i anlattık.
'Günümüzde Kürtlerde 3 Tarz-ı Siyaset' ile devam edeceğiz inşallah.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish