Arkadaşımız Sinan Kızılkaya, Türkiye İslamcılığının Kürt meselesine dair tutumunu, süreçte konumlanırken hangi virajları neden almadığını saptadığı yazısında onuncu yılını dolduran Emek ve Adalet’in Kürt halklarının haklarını savunmaya dair bir siyasette ısrarcı oluşunu ve yerini mazlumların yanı olarak işaretlemenin hurucu nasıl mecburiyet kıldığını anlattı. İlginize sunuyoruz.
Son on yılda Kürt meselesinin seyrine bakıldığında karşımıza gelen tablo oldukça iç karartıcı. 2010’lu yıllar yeniden çatışmalar ve Roboski katliamı ile açılırken ardından gelen açlık grevleri ve 2013’te aşikâr kılınan müzakere süreci ile çözüme doğru evrilebilecek bir yol ayrımına gelindiği hissi ağır basıyordu. En azından görünen şuydu, aktörlerin niyetinden bağımsız olarak savaştan yorulmuş bir toplum vardı ve hem bölgesel hem küresel koşullar çatışmayı değil barışmayı aktörlerin çıkarlarına daha uygun kılıyordu. Olmadı, Türkiye toplumu geçmişle hesaplaşma ve barış inşa etme imkânını bir süreliğine yitirdi. Barış umudundan yeniden savaş yorgunluğuna düşmemize neden olan 2015-16 çatışmaları siyasi gündemi baskılarken bu epizodun bu kadar uzun süreceğini öngöremiyorduk. Muhtemelen Ankara’da iktidarı şekillendiren güç bloku yeni bir barış çabasının reddi üzerine inşa edilmiş olduğundan bu nefessizlikte boğulmaya devam ediyoruz.
Geriye dönüp baktığımızda barış fırsatı kaçırılırken grupların ve siyasi aktörlerin aldıkları rollerin, takındıkları tutumların izlerini seçebiliyoruz. Birçok şey konuşulabilir ama burada ben kendi kişisel hikâyem nedeniyle biraz daha içerden anladığımı düşündüğüm Türkiye İslamcılığına eğilerek, onların tutumunu belirleyen bazı unsurları saptamak istiyorum.
Bu üç belirleyici, Kürt meselesine yaklaşım söz konusu olduğunda İslamcı aktörlerin hükümetin gölgesine geçmesini sağladı ve Kürt toplumuna karşı vesayetçi bir ruhla yönelmelerine neden oldu. Hem Kürt toplumuna dair tanımlamayı yapma hakkını kendinde gördüler hem de siyaset karşısında Kürt toplumuna verilecek rolün tayinine giriştiler.
2010’lu yıllara gelindiğinde Türkiye’nin bölgesel güç olma stratejisine bir kısıt olan ama daha önemlisi içerde enerjisini en fazla tüketen mesele olarak kodlanan Kürt meselesi, Akparti eliyle çözülebilecek bir ufka giriyordu. İslamcı aktörler, devlet eliyle mağdur edilmiş bir kitle olarak Müslümanların yanı sıra 1980’lerden itibaren Kürtleri de işaretlemiş ve alacaklı olarak tarif etmişti. Bu borcun Akparti ve dolayısıyla Müslümanlığa veya İslamcılığa değen bir siyaset aracılığıyla ödenmesi aynı zamanda İslamcı siyasetin seküler siyasetler karşısında ahlaki üstünlüğünün de tarihsel olumlamasına dönüşecekti. Fakat bunun için İslamcıların kendi tahayyüllerindeki “Kürt kavmi” tasavvuruna uygunluk ön koşuldu. Sahih bir Müslümanlığın taşıyıcısı, dünyevi olanla henüz kirlenmemiş, dininde sebatkâr, mağdurken kendi kurtarıcısına minnet içinde, alacağını lütfeden muktedire kıymetşinas olması beklenen Kürt kavmi, kültürel niteliğiyle sünni ve muhafazakar olarak tasavvur ediliyordu. Yanı sıra siyasi açıdan fail değil edilgen bir konumda olmaya rıza sunması bekleniyordu. Bunun için gerekirse kendi içinden çıkan siyasi aktörlere sırtını dönmeli ve kaderini hilafsız iktidarın eline bırakmalıydı. Bu beklenti tabi ki Kürt toplumunun geçirdiği yüz yıllık tecrübeye değer vermiyordu, mağdurun deneyimini önemsemiyordu ama bunun yanı sıra toplumun kendi başına fail olma iradesini, geleceğini kurmak üzere siyasete etki etme arzusunu da yok sayıyordu.
Buna rağmen Akparti’nin barışma iradesi güçlü olsaydı ve müzakere sürecinde önerilen çözüm mimarisi barış amacına uygun yapılanmış olsaydı yukardaki tasavvur gerçekliğin duvarına çarparak kendini revize etmek mecburiyetine maruz kalabilirdi ve biz de bir yazıklanmanın nesnesi etmekten ziyade fikri arkeolojinin konusu ederek bunun üstünden geçebilirdik.
Burada asıl vurgulamamız gereken, bu tasavvurda açığa çıkan vesayetçiliktir. Kendini fail ve hükmetmeye hak sahibi, toplumu ise edilgen ve biçimlendirilecek millet olarak gören bu bakış, Kürde de vesayetçi bir konumdan yaklaşır ve milletinin uyumlu unsuru olduğunda değerini kazanacağını vaat eder. Bu vesayetçilik sadece Kürt toplumunu edilgen tutmakla ilgili değildir, aslında edilgen kitlenin vasisi olmaya kendini hak sahibi görmekle önem kazanır. Kürt toplumu, İslamcı aktörlerin de destek olduğu müzakere sürecine destek olmalı ve onların ahlaki üstünlüklerini ve bunun sonucu olarak siyasi üstünlüklerini teyit etmelidir. Aslında basitçe şöyle de denebilir; İslamcılar icra ettikleri rolle Kürt toplumunu kendilerine bağlayacak, kendileri üzerinden iktidarın destekçisine dönüştürecek ve böylece kendi değerlerini iktidara göstermiş olacaktır. Nihayetinde statülerinin daimiliğini garantiye alacaklardı. Bunun olabileceği vardıysa bile nasıl olabileceğini açıklamakta zorlanırız. Çünkü bu vesayetçilik Kürt toplumunun gerçekliğiyle hiç uyumlu olmayan bir tasavvur ve hesaplaşılmamış bir üstünlükçü arzu üzerine şekillenmiştir. İmkânsızlığı açığa çıktığında ise Kürtlere karşı bir öfke patlamasına neden olacaktır.
Vesayetçilik burada sadece İslamcı aktörlerden kaynaklı değildi, aynı zamanda iktidarın yeni bir güç bileşimi aradığı dönemde sosyal destek bulmak için kendisine yakın grupları mobilize etmesi ve vazifelendirmesiyle de ilişkiliydi. Yani bir tarafıyla İslamcı fikriyatın içinde kök bulan toplumla ilişkilenme haliyle ilgiliydi; diğer tarafıyla iktidarın, değerini göstermesi için İslamcı aktörleri soktuğu sınamadan kaynaklanıyordu. Bu sınamada İslamcı aktörler, iktidara toplumsal karşılığını ispatlamaya mecburdu.
Sonuçta Kürde karşı abilik ve rehberlik rolüyle siyasi rol oynamaya çalışmak, üstelik merkezi iktidarın daimiliğini sağlayacak yeni bir güç bileşimi aradığı dönemde İslamcı aktörlerin bütün yönelimlerini, önce acilci sonra iktidara değerini gösterememişliğin tedirginliğiyle öfkeli bir tona çekti.
Geri dönüp son on yılı dönemselleştirince bu durumu daha rahat görebiliriz.
On yıla sığan bu üç evrede yalnızca İslamcı aktörlerin tutumuna dair izler aramaya çalıştım, çünkü bir muhasebe yapmaya çalışırken bizi çevreleyen iklimi hatırlamanın yararları var. İslamcı aktörlerin kurgusunda Kürt aktörlere güvensizlik, Kürt toplumunu içinden çıkmış birliktelik, dayanışma ve Kürt toplumu içinde şekillenmiş söylemlere dair şüphe her zaman hâkimdi. Kürt toplumunun kendi deneyimini tanımayışla beraber bu deneyimin dinlenmeye layık olduğuna bile karar verememiş ve deneyimin aracısız seslendirilmesine rıza gösterememiş bir tutum aşikârdı. O kadar ki yüzyıllık merkezileşme çabalarına karşı direnişlerin ve siyasi tasfiyelerin ardından defalarca beliren yeni aktivist dalgaların tarihsel ilişikliğini ve toplumla içiçeliğini görmeye çalışmaktansa “kökü dışardalık” metaforuyla her şeyi açıklamak daha tercih edilesiydi. Kökü temellük etmeye yönelik çaba aynı zamanda toplumun deneyimini nasıl ifadelendirileceğini, mağduriyetin hangi hikâye kipinde anlatılacağını belirlemeye de yöneliyordu. Bu çaba esasında Kürt toplumu içinden çıkan siyasi aktörlerin gücünü silme amacına matuftu. Nihayetinde “avukatsız kalmış bir halk” ve “ümmetin yetimleri” olarak Kürtler onlar için iyilik düşünen aktör tarafından sahiplenilebilir hale gelecekti. Buna karşın kendi savunucu aktörünü çıkararak, kendi siyasal söylemini şekillendirerek failleşmeye çalışan ve yetimlikten kendine yeterli bir aile olmaya dönmeye çabalayıp kendi avukatlığını üstlenmeye kararlı bir halk olmaya çalıştığında İslamcı aktörlerin ortağı olacağı, kurulmaya çalışılan yeni düzen yara alacaktı. Çünkü bu yönelim, hiyerarşinin pekişmesini değil aksine hem eski hiyerarşik düzeni hem de kurulmaya çalışılan yeni hiyerarşiyi çatlatan; üstünlükçü aktörleri erginleşmiş toplumsal güçlerle müzakereye mecbur bırakan, imtiyazları sorguya açan ve ezilenlerin eşitlenme arzusunu siyasal alana taşıyan bir zorlayıcılık taşıyordu. Tahammül edilemeyen tam da buydu.
Aslında şu anlaşılır, her siyasi aktör kendi konumunun gerekleri ve çıkarları üzerinden siyasete dair söylemini kurar. Fakat adalet ve hak üzerine şekillendiğini iddia eden bir söylemden ve onun taşıyıcısı olan aktörden iddiası nedeniyle fazladan bir şey beklemeye hakkımız vardır. Kendi konumu ve çıkarlarına dair farkındalık taşıması ve başkalarının adalet talepleriyle müzakereye razı olması. Çünkü o vaat etmiştir ve bu vaadi onun sınanmasının vesilesidir. İslamcı aktörlerin siyasi eyleyişinde ise ne çıkarlarla belirlenen eyleme dair farkındalığa ne de başkasıyla sahici müzakereye rıza gösterdiğine dair bir iz görmek son on yılda maalesef mümkün olmadı.
Buraya kadar çizilen çerçevenin dışında durmaya gayret gösteren, Müslümanlıkla ilintisini adalet talebinin başatlığı üzerinden kuranların hikâyesi ise, hem bir hayal kırgınlığı hem de umut arayışı olarak devam ediyor. İslamcılık macerasının etkisini üzerinde taşırken, sürekli onunla bir hesaplaşma yapmaya mecbur kalıp ondan ayrışarak, aslında huruç ederek, ama ilkesel köke bağlılığını yeni koşullarda bir daha kurmak üzere adalet söylemine tutunan kişi ve gruplar azlıklarına rağmen kendi yollarını çizmeye devam ettiler. Benim gibi birçoklarının hesaplaşması da tam da yukarda aktardığım hikâyenin iç karartıcılığına rağmen huruç edenlerin, ayrışarak adalet çağrısını yeniden sahiplenenlerin şahitliği ile mümkün oldu.
Kürt meselesi üzerinden açıkladığım durum başka birçok alanda da geçerliydi. Başkalarının yoksulluğu pahasına zenginleşmeyi mümkün kılan iktisadi politikalara destek vermek, kentin çeperinde mülksüzleştirilen kitlelere rağmen kentsel rantın dağıtımındaki adaletsizliğe alkış tutmak, siyasetin yalanın egemenliğine girişini meşru görmek, dar grup maslahatı için kamusal çıkarların ve ortaklığın tırpanlanmasını teşvik etmek baştan beri farkında olunabilir şeylerdi. Bunların farkında olan ve içinden çıktığı grupların rızasına karşı olmakla kendini mesul hisseden insanlar 2010’dan itibaren farklı bir yol çizmeye mecbur kaldılar. İslamcı aktörlerin iradelerini bir parti siyaseti ve onun etrafında şekillenen çıkarlara teslim edişi şeditlendikçe huruç mecburiyeti de kendini daha çok duyurdu.
Huruç edenleri benim aradığım yer ilk olarak Yeryüzü Sofraları oldu. Gidip sessizce oturarak ne söylediğini dinlemeye çalıştığım insanlar, tam da o yıllarda eşitsizliklerin şiddetlenişinin, sendikasızlaştırmanın, Sulukule’nin tasfiyesinin, evsizliğin ve benzeri olguların sistematikliğini, ilişkiselliğini hissettirecek bir arayış içindeydiler. İtiraz edilmesi gereken bir mahiyet taşıyan değişimleri bilmek ile bu değişimlere mağdurlar ve ezilenler lehine itiraz iradesine destek olmak arasındaki farkı orada bazı eski tanıdıklarla beraber hissettik. Kürt meselesine dair yaşadığımız karamsarlık ve umut değişimlerini de beraber hissettik ve yorumladık. Roboski katliamının çarpıcılığını, ona rıza göstermenin veya sessiz kalmayı tercih etmenin kirleticiliğini birbirimize öğrettik. Huruç bazen tek başına gerçekleşir ama kendine yoldaş arayan bir eylemdir. Yoldaşı çıkıştan sonra bulmak benim için geç kalınmış da olsa felaha eriştirecek ortaklıktı. Bu haliyle, hem Yeryüzü Sofralarını hem oradan köklenen Emek ve Adalet Platformu’nun macerasına başlangıçtan sonra şahit olabildim.
EAP’ın durduğu yer, 2010’lu yıllar boyunca güçlü bir sosyal adalet talebinin yanı oldu. Emek savunucu siyasetin bir müttefiki olmak, toplumsal hiyerarşide ezilenlerin yanında durmak ve onları güçlendirecek çabalara destek olmak, kentsel rantın dağılımında yoksulların çıkarına taraf olmak vb… Bu taraflılık, Türkiye’nin İslamcı siyaset aktörlerinin 2000’li yıllarda zenginleşmek ve devlet içinde güçlerini tahkim etmek üzere güttükleri siyasetin tam da zıddına yol alan bir gelişmeydi. Akparti’nin güçlenerek etrafındaki irili ufaklı bütün cemaat ve oluşumları yutmaya, kendisi dışında Müslümanlığa değen bir dil ile söz söyleyen her girişimi kuşatmaya ve böylece hegemonik bir aktör olarak siyasal alanı kaplamaya yöneldiği zamanlarda bir karşı çıkışı ifade ediyordu. 2010’lu yılların başında Müslüman-Sol olarak da ifadelendirilen ama taşıyıcısı olması beklenen aktörlerin yükseltemediği bu arayış bizi ortaklaştıran şey oldu. EAP’ın farkı ve öğreticiliği; burada aktardığım İslamcı huruçların haricinde sol siyasetin içinden gelip ortaklığa yönelen bir arayışla kesişmesi ve müzakereyi kendi içinde kurma becerisi göstermesinden kaynaklıydı. Hikâyemizin sol tarafını kurmak ise ayrı bir borç ve umarım o deneyimlerin sahibi arkadaşlarımız yazacaktır.
Bu arayış Kürt meselesi söz konusu olduğunda da İslamcı aktörlerin genel tutumundan erken bir zamanda farklılaşma iradesi gösterebildi. Huruç olabilmesi için zaten bu elzemdi. Roboski katliamının arkasından İslamcı aktörlerin mazeret bulucu tutumları bunu kaçınılmaz kılıyordu. Sonrasında aynı mazeret buluculuk; her seferinde İslamcı söylemin nesiller boyu biriktirdiği bütün değerleri ve kavramları, aciz ve çıkarcı bir reel-politik uğruna üstünlükçü, imtiyazcı hatta bazen ganimetçi ve gaspçı seferberliğe akıttıkça, adalet ve eşitlik arzusu da kendi yolunu yeniden çizmek üzere farklılığını güçlendirmek eğilimi gösterecekti.
Yukarda İslamcı aktörler için aktardığım üç belirleyiciye de karşıt bir tutum bu süreçte hep aşikâr oldu. Kader birliği yapılacaksa bu, iktidar nimetleri dağıtan partiyle olmayacaktı, ezilenlerin yanında olmak onların kaderinden nasiplenmek adalet söyleminin gerekliliği olarak zaten aşikârdı. Bunun için üstünlükçü, imtiyaz berkiten bir statü talebini gayrı meşru kabul etmek ve herkes için eşitlikçiliği önermek, bütün eşitlik taleplerine kulak kesilmek yolun mihengi kabul edilmeliydi. Yine imtiyazları koruyan kurucu sözleşmelere tabi olmaktansa yeni bir toplumsal sözleşmenin müzakeresi ve eşitliğe irca edilişini talep eden bir hatta durmak tercih edilmeliydi.
Bunu çatışmalı dönem öncesinde ayırt etmek, barış söylemini yükselten çok sayıda aktörün varlığı nedeniyle kolay değildi. Çünkü yol barışa gidiyor gibi görünüyorken barış üzerine kurulacak gelecekte kendi yerini hazırlamaya çalışan aktörlerle barışa ilkesel ve siyasi hedef olarak yapışan aktörler benzeşebiliyordu. Ama o dönem için bile Kürt toplumunun haysiyetli bir barışa ve eşitliğe hak sahibi olması üzerinden kurulan söylemlerle Türkiye’nin muhtemel kazançları üzerinden kurulan barış yanlısı söylemler arasında bariz fark vardı. Sonrasında çatışmalı sürecin yeniden başlamasıyla, bilhassa 2015’in ikinci yarısından itibaren, bırakın Türkiye’nin muhtemel kazançları üzerinden barışı savunanları, Kürt toplumunun haysiyetli bir barışa hak sahibi olduğunu savunan söylem sahibi bazı aktörler dahi savaşçı bir söyleme geçebildiler. Bu momentte artık barışın elzemliğini mağdurların hak sahipliğine dayandırarak savunan çok az aktör kalmıştı. Türkiye solunda birikmiş barış yanlısı söylem ve siyaseti bir tarafa bırakırsak geriye kalan çorak bir araziydi. EAP’ın bu koşullardaki tercihleri de istikrarını korudu ve Kürt toplumunun haklarını savunmak üzerine bir siyasette ısrarcı oldu.
Bu noktada Mazlumder gibi İslamcı hareketin önemli bir geleneği içinde gelişen çatışmaya kısaca değinmek gerekir. Mazlumder’in İslamcılık içi farklılıkların tamamını taşıması ve ağlarının genişliği, iktidar için burayı gözlem altında tutulması gereken bir kurum kılıyordu. Buna karşın burada değinmemin nedeni, hikayenin başat bir unsuru olması değil. Daha ziyade İslamcılık, Kürt meselesi ve EAP ilintisini açıklayıcı bir kesişimi mümkün kılması nedeniyle ve bir siyasal tercihi gösteren sahne olmasından dolayı dikkate değer. Mazlumder’in içinde şekillenen gerilim; hak ihlallerini öne çıkaran söylem mi, iktidarın hamlelerinin haklılığını gözetecek söylem mi tercih edilecek tartışmasında billurlaştı. Burada söylediğim kadarı zaten açık kaynaklara yansıyan izler üzerinden rahatlıkla görünebiliyordu. Kamuoyunun önünde şekillenen bu tartışmaya EAP, kendi tercihlerini ilan edecek ve İslamcılığın geleneği ve geleceği üzerine hesaplaşmasını aktaracak bir müdahalede bulundu. Mazlumder’in İstanbul’daki şube seçimine, siyasetine müttefik kişilerden derlediği ikinci bir liste sunarak ayrışmayı gözler önüne serdi. Elbette ki kazanma umudu yoktu ve kazanma niyetiyle şekillenmiş bir hamle değildi. Kürt meselesi üzerinde daha da somutlaşan İslamcılık ve iktidar uyumuna rıza göstermediğini, çatışmalı dönemde hak ihlallerine ve Kürtlerin haklarına bağlanan söylemi terk etmeye niyetli olmadığını, bu cüretin mümkün olduğunu gösteriyordu. Bunun ardından, en hafifinden tartışmalı denecek bir mahkeme kararıyla düzenlenen kongre sonrası Mazlumder içinde Kürtlerin haklarından yana bütün şubeler zaten tasfiye edilecekti. Fakat o tasfiye öncesinde EAP’ın İstanbul şube seçiminde öncülük ettiği siyasal müdahale, kendi yerini mazlumların yanı olarak işaretleyen ve iktidara bağımlı İslamcılığı cepheden muhasebeye çağıran bir hamleydi. EAP yerini buldu ama İslamcı aktörler çoğu zaman olduğu gibi muhasebeye çağrıyı yine kabul etmediler.
Çatışmalı dönemin bitmesi ve devletin askeri zaferinin ardından Kürtlerin hakları söyleminden geri çekilen İslamcı aktörler, yeni bir siyasi tasarımın Ankara’daki güç bloku açısından düşünülebilirliğinin ortadan kalktığına da şahit oldular. On yılın sonunda, mazlum halk olduğunu bildikleri bir toplumu daha da mazlum kılacak bir söyleme destek olmanın mahcubiyeti onlara kalsın. Diğer tarafta çok önemli bir sorumluluk var. 2015-16 çatışmalarında yaşanan acıyı ifadelendirebilecek hikâye formları dahi henüz gelişmedi. Suskunluktan çıkmaya hala kendini ikna edememiş, sessizliği bir korunma yolu olarak tercih eden, komşularıyla beraber yas tutamamış bir toplum var yanı başımızda.
Mazlumlar ve hak sahipleri için haysiyetli bir barışı savunmak mecburiyetindeyiz ve bunun için elimizde büyük bir deneyim var. Bir kez daha barışın toplumsal bir talebe dönüştürülmesi ve bunun etrafında bir siyaset kurmanın yolu açık.
[1] “Türklük Sözleşmesi” kavramı, Barış Ünlü’nün yakın dönemde yayınlanmış aynı isimli çalışmasına referansla bu yazıda kullanılmıştır.
[2] Belki buraya çok etkili olmasa da yeni bir evre ekleyebiliriz: Akparti’den ayrılmalar sonrası hak söylemine mahcup geri dönüşler. Özellikle Deva ve Gelecek Partilerinin kuruluşu sonrasında hak söyleminin İslamcı aktörler tarafından yeniden seslendirildiği durumlarla karşılaşabiliyoruz. Fakat bu seslendirme, iktidarın siyaseti sıkıştırdığı uzamın içinde kalmaya gayret gösteriyor. Çünkü Kürtlere karşı mahcubiyete eşlik eden iktidardan tedirginlik hali de refleks belirleyici mahiyette.
Kaynak: farklibakis.net