Toplumların bireylerinin doğuştan sahip oldukları veya zaman içinde coğrafyanın, tarihin etkisiyle edindikleri sosyal özellikler bağlı oldukları dinin pratiğinin şekillenmesinde etkili olduğu gibi, mensup oldukları dinin uygulamaları da sosyolojinin belli bir mecrada gelişmesi üzerinde önemli bir etkisi vardır.
Din, toplumlara, onların sahip oldukları özelliklere belli bir rota çizer. Toplumlar da bu rota doğrultusunda özgün bir yaşam tarzı geliştirirler. Bu noktada toplulukların kendi özgünlüklerini koruyarak bütünün içinde varlık göstermelerine imkan sağlayan mezhep olgusu devreye girer.
Tarihçiler ?Kürtlerle Farslar yakın akraba olmaları hasebiyle tarih içinde hep aynı dine inanmışlar ama mutlaka aynı dinin içinde ayrı mezheplere bağlanmışlar? diyorlar. Bu, muhtemelen toplumların başkalarıyla aynileştikleri toplumsal yapılanmalar içinde özgünlüklerini koruma reflekslerinden kaynaklanan bir tutumdur.
Türkiye ölçeğinde ise Türklerin ve Kürtlerin birlikteliklerini ele alacak olursak, bu iki kavmin İslam dinini benimsemek noktasında aynileştiklerini, buna karşılık mensup oldukları mezhepler itibariyle farklılaştıklarını görürüz. Onların farklı kimliklere sahip olmasında belirleyici unsur mezhep değildir, tam tersine farklı mezheplere bağlanmalarının nedeni farklı kültürel özelliklere sahip olmalarıdır. Malum Türkler kahir ekseriyetleri itibariyle Hanefi mezhebine mensupturlar. Kürtlerin de yine ezici çoğunluğu Şafii mezhebine bağlıdır.
Türklerin toplumsal yapıları aşiretler şeklinde organize olmadığı için bilinen tarihleri itibariyle her zaman bir çatı organizasyon mesabesindeki devlet olgusu etrafında toplanarak varlıklarını korumuşlardır. Devletsizlik Türkler açısından adeta yokluk anlamına gelir. Devlet organizasyonu dağılacak olsa Türk benliği ölümcül bir darbe alır. Bu yüzden Türkler bütün benliklerini devlete havale ederler. Bir bakıma ?fena fi´d dewle? halindedirler.
Hanefi mezhebi devlet erkini önemseyen, belli bir disiplini ön gören yapısı ve neredeyse bugüne kadar kurulmuş Sünni İslam devletlerinin tümünün resmi mezhebi olması itibariyle Türklerin bu karakterlerine cevap veren en uygun sistemdir. Çünkü bir devlet mezhebi olan Hanefilik en yüksek otorite olarak devleti görür ve sistematize ettiği birçok fıkhi kuralı bu esasa mebni olarak dizayn etmiştir.
Bayram namazı, kurban kesme gibi dini ritüeller mesela diğer bütün mezheplerde sivil-bireysel davranışa yol açacak şekilde sünnet olarak nitelendirilirken Hanefi mezhebinde devlet eliyle uygulanan bir zorunluluk ve zaman zaman farzdan bile daha güçlü bir gereklilik gibi resmi - toplumsal bir vacip olarak nitelendirilmiştir. Mesela bu mezhepte namazda devleti temsil eden imama uyan kişinin ayrıca Fatiha okumasına gerek yoktur. İmam yani devlet onun yerine bu görevi yerine getiriyor. Namazdaki diğer hareketlerde de son derece disiplinli bir şekilde imamla (devletle) aynı anda hareket etmek gibi bir özelliğe sahiptir bu mezhep. Hatta Hanefilikte de farz olarak nitelendirilen ama resmi ve törensel biçimde eda edilmesi zorunlu olmayan ibadetlerin yerine getirilme oranının Türkler arasında alabildiğine zayıf olması Türklerin bu karakterinden kaynaklanmaktadır.
Türklerin bu devletçi karakterleri de hiç kuşkusuz her zaman derli toplu olmayı, örgütlü hareket etmeyi gerektiren göçebelikten, ama belli bir coğrafyada dairesel olarak değil de coğrafyalar aşan doğrusal bir göçebelikten kaynaklanmaktadır. Hanefi mezhebi ile Türk kültürü arasında büyük bir uyum vardır.
Şafiilik ise devlet otoritesini tanımakla birlikte bireyin özgünlüğünü korumasına yarayan alanlar açmasıyla temayüz etmiştir. Tarih boyunca İran, Roma, Selçuklu ve Osmanlı gibi üst otoriteleri tanımakla birlikte her zaman kendi coğrafyasında özgünlüğünü koruyan Kürtler açısında en uygun mezhep Şafiilik olmuştur bu yüzden.
Şafii mezhebinde cemaat imamı (devleti) hep bir adım geriden takip eder. İmam (devlet) namazda Fatiha´yı okurken onu dinler, ama imam Fatiha´yı bitirdikten sonra ayrıca kendisi de okur. Şafii bir Müslüman imamın ikinci selamından sonra selam vererek namazdan çıkar.
Bu yüzden devletin otoritesini kabul etmekle beraber benliğini devletin benliğinin içinde eritmeyen, özgünlüğünü koruyan Kürtler açısından en uygun mezhep Şafii mezhebi olmuştur.
Kürtlerin bu karakteri belli bir coğrafya içinde dairesel göçebeliklerinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca devlet otoritesine ihtiyaç duymayan aşiret düzeyindeki bir örgütlenme bu dar alanlı göçebelik için yeterli olmuştur. Nitekim bu özgün yapılanmaları üst yapı olan devlet için de sorun oluşturmamıştır. Şafiilik ile Kürt kültürü arasında bu yüzden büyük bir uyum söz konusudur.
Büyük çoğunluk Şafii olsa da Kürtlerin arasında Hanefiler (Elazığ, Urfa, Antep dolaylarında mesela) ve Dersim dolaylarında yaşayan Aleviler de vardır. Nitekim Kürt özgünlüğünü vurgulama noktasında Hanefi Kürtler adeta suskun dururken (Hanefi Kürtler nispeten sıcak bir iklimde ve yerleşik bir hayat sürdüren şehirlilerden oluşurlar ve hayatlarını sürdürmeleri için devlet organizasyonu yeterlidir), buna karşılık tarihi boyunca Sünni devlet otoritesini tanımamış Aleviler, Şafii Kürtlere oranla daha bağımsızlıkçı bir tavır sergileyebiliyorlar. Çünkü Alevi Kürtler Dersim gibi çok sert bir iklimin hüküm sürdüğü ve serazat dağların yoğun olduğu bir bölgede yaşıyorlar. Sünni devlet otoritesini tanımayan Alevilik ile daha küçük ölçekli özerk bir alan oluşturmuş Dersim Kürtleri arasında da bu anlamda bir uyum söz konusudur.
Kürt meselesi bağlamında Şafii Kürtler mezhebi ve kültürel kimliklerine uygun olarak özerklikçi bir tavır sergilerken, Alevi Kürtler ise kültürel ve mezhebi karakterlerine uygun olacak şekilde daha bağımsızlıkçı bir tavır içinde olabiliyorlar.
Hanefi Türklerin bu bağlamda tavrı bütün kültürel ve mezhebi farklılıkların devlet otoritesine boyun eğdiklerini görmek şeklinde belirginleşiyor. Bölünme fobisi ile yatıp kalkan, tek tipçi Kemalist sistem çözüm için gerekli olan sosyolojik alt yapı olarak bu yaklaşımı yeterli görüyor anlaşıldığı kadarıyla.
Kaynak: Independent Türkçe