MEHMET AYFER KANCI
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Donald Trump, görevindeki ikinci yılını doldurmaya hazırlanırken ülkesini ve uluslararası toplumu hayrete düşüren politikalarında çıtayı ulaşılması kolay olmayan bir seviyeye yükseltti. Eylül ayında, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu´nun açılışında "Kürselleşmenin ölümünü" ilan eden Trump, ülkesinin yeni rotasının ipucunu, Türkiye´yi de yakından ilgilendiren bir konu vesilesiyle verdi.
Trump´ın Suriye topraklarında DEAŞ ile mücadelenin ABD adına bittiğini ilan ederek terör örgütü PKK/PYD/YPG ile ittifakını sona erdirmesi etkisi, Ortadoğu´yu aşan bir sarsıntı meydana getirdi. Mesele, Türkiye´nin terörle mücadelesini, DEAŞ terörü ile mücadeleyi ve Suriye´deki iç savaşa çözüm bulunmasını aşarak, ABD´nin küresel çaptaki müttefiklik ilişkilerinin sorgulanması düzeyine ulaştı. Trump´ın Suriye ile ilgili kararına Afganistan´dan 7 bin Amerikan askerinin çekileceği yönündeki bilgiyi de ekleyince Washington´da, Avrupa´da ve Asya´da sıradaki ülkenin hangisi olacağı sorusu sorulmaya başlandı. Güney Kore, Almanya ve Ukrayna´daki ABD askeri varlığının geleceği sorgulanırken, ABD´nin araziyi Rusya´ya bıraktığı yönündeki eleştiriler Washington´da yankılanıyor.
Trump, DEAŞ ile mücadelenin son bulduğunu ilan ederken askerlerini yalnızca Suriye´nin kuzeyinden çekeceğini ilan etmekle kalmadı. Prensip edindiği üzere sosyal medya mecrası Twitter´dan verdiği mesajda "ABD´nin artık Ortadoğu´nun polisliğini yapmayacağını", her ülkenin kendi güvenliği için harcama yapması ve savaşması gerektiğini de ilan etti. Daha önce NATO üyelerinin de maruz kaldığı muhtıra niteliğindeki bu uyarı, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve İsrail başta olmak üzere güvenliklerini ABD´ye yaptıkları ödemelere bağlamış olan ülkelerde panik dalgasına yol açtı. Dolayısıyla Trump´ın kararını irdelerken farklı başlıklarda çok boyutlu bir değerlendirme yapmak gerekiyor.
Kararın Washington´daki etkileri, ABD-Türkiye ilişkisine yansıyan sonuçları, Suriye´deki iç savaşın gidişatına etkileri ve ABD´nin küresel politikalarının geleceğine vereceği yönü eş zamanlı olarak takip etme zarureti ortaya çıkıyor. Suriye´den çekilme kararını takiben James Mattis Savunma Bakanlığı koltuğuna veda ederken, Barack Obama döneminin ürünü DEAŞ terörü ile uluslararası mücadele bahanesiyle kurulup terör örgütü PKK/PYD/YPG´yi ortak edinen koalisyon da McGurk´un istifasıyla son nefesini verdi. Şimdi bu koalisyona terör örgütünü eklemleyen Amerikan Merkez Kuvvetler Komutanlığı CENTCOM için çanlar çalmakta. Türkiye-ABD ilişkileri ise bir süredir alınan olumlu işaretlerle uyumlu bir şekilde yeniden stratejik ortaklığın gereklerinin yerine getirildiği bir rotaya evrildi. Bu rota değişikliği esnasında, Suriye´nin kuzeyinde ABD´nin çekilmesiyle oluşabilecek boşluğa ilişkin endişeler de yine Cumhurbaşkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Trump arasında 23 Aralık´ta yapılan telefon görüşmesinde giderildi. Trump, Suriye´nin kuzeyinde kontrolü Türkiye´nin sağlamasına olanak verecek şekilde çekilmenin "yavaş ve iyi koordine edilmiş" bir şekilde gerçekleşeceği güvencesini verdi. Suriye´deki iç savaşın gidişatı ise Trump´ın adımı ile Türkiye-Rusya ve İran´ın Astana süreci ile başlattığı inisiyatifin başarı şansını yükseltecek bir zemin kazandı. PKK/PYD/YPG örgütünün Fırat´ın doğusundan temizlenmesi ve DEAŞ terör örgütünün Suriye topraklarından yok edilmesi görevini üstlenen Türkiye, ülkenin toprak bütünlüğünün sağlanması ve Suriye halkının evlerine dönüşü önündeki son engelleri de ortadan kaldıracak.
Trump´ın, ABD askerlerinin Suriye´yi terk etmesine yönelik kararının Ortadoğu, Avrupa ve Asya´yı ilgilendiren boyutu ise şimdilik bir sis perdesinin arkasında gizli. Suriye´nin kuzeyine ilişkin Beyaz Saray´da alınan kararın, ABD´nin dünya genelinde uygulamayı planladığı uluslararası politikanın omurgası haline dönüşmesi durumunda yeni bir çağın kapıları açılmış olacak. Buna ilişkin en net yanıtın alınma ihtimali ise; eğer Trump konuyu aydınlatacak yeni bir Twitter mesajı paylaşmazsa, ocak ayının ikinci haftası olacak. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo´nun hazırlandığı bildirilen Ortadoğu turu esnasında, 10 Ocak´ta Kahire´de kritik bir konuşma yapması bekleniyor. ABD diplomatik kaynaklarından edinilen bilgiler, Pompeo´nun Kahire´den seslendireceği fikirlerin, eski Başkan Barack Obama´nın 2009 yılının haziran ayında yine Kahire Üniversitesi´nde yaptığı konuşmadakine benzer bir etki oluşturabileceği yönünde. Trump´ın Suriye´nin kuzeyine dair aldığı kararın ABD´nin yeni dış politika rotasının bir işaret fişeği olabileceği ihtimali güçleniyor. Pompeo, belki de 1945´te yine Mısır´da dönemin ABD Başkanı Roosevelt ile Suudi Arabistan Kralı Abdülaziz´in üzerinde uzlaşmaya vardığı ve bugün jeopolitik dengelerde belirleyici olan petro-dolar sistemini temellerinden sarsacak adımların işaretini verecek. Peki bu işaret gelirse uluslararası toplumu ve ABD´nin dünyanın dört bir yanındaki müttefiklerini nasıl bir gelecek bekliyor? Washington´daki bürokratik mekanizmalar, Trump´ın "ABD´yi yeniden büyük yapma" hedefinin peşine takılıp, ticaret savaşlarıyla desteklenen ve Monroe Doktrinini andıran bir tür izolasyonist politikaya yönelirse jeostratejik tablo nasıl şekillenecek?
ABD Başkanı James Monroe, 1823 yılında kendi adıyla anılacak doktrinini Kongre´ye sunduğunda bunun yaklaşık bir asır sürecek etkisinin olacağını herhalde tahmin etmemişti. Bu sürede Washington yönetimi en kuzeyinden güneyine Amerika kıtasına odaklanırken, kendisini eski dünyanın dertlerinden uzak tuttu. "Amerika Amerikalılarındır" sloganı ile yola çıkan Monroe Doktirini, Avrupa kıtasına yaklaşım tarzıyla da Trump´ın "ABD´yi yeniden büyük yapma" fikri ile benzerlikler içeriyor. ABD´yi dünyanın diğer bölgelerinden tecrit eden bu yaklaşım, Roosevelt´in başkanlığı döneminde Latin Amerika´da ortaya çıkan tehditlere karşı güç kullanımını kapsayacak şekilde genişletildi. Bu esnada Avrupa ülkelerinin "Yeni Dünya"ya yönelik her türlü ekonomik ve siyasi müdahale girişimi tehdit olarak algılandı ve set çekildi. ABD, yalnızca kıtanın kuzeyini değil, Latin Amerika´yı da Avrupa´nın müdahalelerinden uzak tutmak için benimsediği politikada büyük ölçüde başarılı oldu. ABD, bu doktrin doğrultusunda 1. Dünya Savaşı´na ancak 1917´de gönülsüz biçimde "Zimmerman Telgrafı" vakasıyla dahil oldu. Almanya´nın, ABD´ye savaş açması halinde Meksika´ya Kaliforniya eyaletini teklif ettiği iddiasını barındıran "Zimmerman Telgrafı"nın gerçekliği bugün dahi tartışma konusu olmaya devam ediyor. Keza savaşın bitmesiyle beraber ABD, Versay Anlaşması´na dahil olmadığı gibi, Milletler Cemiyeti´ne katılmayarak kendisini Amerika kıtası haricinde dünyanın geri kalanından tecrit eden politikasına geri döndü. ABD´nin 2. Dünya Savaşı ile Avrupa sahnesine dönüşü ise 1941´de Japonya´nın Pearl Harbor saldırısı ile gerçekleşti. O tarihe kadar İngiltere´nin karşı karşıya olduğu tehditlere dahi kayıtsız kalan ABD, Pasifik´ten Akdeniz´e kadar olan coğrafyadaki mücadelenin içerisinde buldu kendini. Savaşın bitiminde ise kendisini bir kez daha dünyanın geri kalanından izole etmesi mümkün olmadı. SSCB´nin süper güç olarak ortaya çıkışı ile komünizme karşı hür dünyayı koruma misyonunu üstlenen ABD, Marshall Planı ile bir asırı aşan yalnızlığını tam aksi yönde şekillendirecek bambaşka bir misyonun lideri olarak buldu kendisini. İşte Donald Trump, Marshall yardımı ile başlayan, Soğuk Savaş´ın sona ermesiyle yeni bir boyut kazanan bu süreçte, Avrupa, Güneydoğu Asya ve Ortadoğu´da askerleri ve parasıyla güvenliklerini sağladığı ülkelerin yükünden kurtulmaya karar vermiş durumda. Her fırsatta NATO ülkelerinden ittifaka yaptıkları maddi katkıyı artırmalarını istemesinin, Kuzey Kore ile barış arayışının ve son olarak Suriye´nin kuzeyinde DEAŞ ile mücadeleyi bitirdiğini açıklamasının altında bu yeni politika yöneliminin hedefleri yatıyor.
Peki Trump Washington´da kendisine karşı çıkan siyasi çevrelere ve savunma bürokrasisine rağmen bu politikasını tam olarak uygulamayı başarırsa karşımıza nasıl bir dünya çıkacak? Rusya ile işbirliği içerisinde olduğu iddia edilen Trump´ın inşa ettiği bu dış politika, Kremlin´in nüfuz alanını genişletmesine yol açacak mı ve NATO varlığını sürdürebilecek mi? Hayatta kalmaları petrol gelirleri ile ABD´nin sağladığı silah ve güvenlik garantilerine bağlı olan Körfez ülkeleri İran karşısında yaşam savaşı verirken düşen petrol fiyatlarının yol açacağı sosyo-ekonomik krizler karşısında hangi dala tutunacak? ABD´nin Ortadoğu´ya sürekli müdahil olması sayesinde varlığını sürdüren İsrail, Irak´tan Akdeniz´e kadar uzanacak bir Kürt devleti hayali da ortadan kalkarken İran için planladığı askeri müdahaleyi nasıl hayata geçirecek?
Trump´ın henüz görev süresinin yalnızca ikinci yılını doldurduğunu göz önüne alırsak gelecek iki yılda bu sorulara yenilerinin eklenmesi kaçınılmaz olacak. ABD´yi "yeniden büyük yapma" yolunda uygulanan daha önce benzerlerine rastlanmamış bu metotlar uluslararası ilişkilerdeki tüm statükocu anlayışları ve son 70 yılda inşa edilmiş bölgesel dengeleri yerle bir etmeye aday. Bu süreç askeri, ekonomik ve siyasal düzeyde ABD´ye olan bağımlılığını en alt düzeye indirebilen ülkeler için fırsatlar doğurabilir. Kendisini tamamıyla ABD´nin kaderine bağlamış olan ülkeler ve terör örgütü düzeyindeki "partnerler" ise beklenmedik sürprizlerle karşı karşıya kalmaya hazır olmak zorunda.
Bu sürprizlerin ne olabileceğine dair tarihte aslında çarpıcı örnekler var. Bu örneklerden en fazla ders içereni şüphesiz Kürdistan Demokratik Partisi lideri Mustafa Barzani´nin, 1972 yılında ABD ve İran Şahı´nın desteğiyle Irak´ta Saddam Hüseyin yönetimine karşı başlattığı ayaklanma olmalı. İsrail, bu ayaklanma esnasında KDP´ye Sovyetler Birliği üretimi silahlar temin etti. Ancak 1975 yılında İran Şahı ile Saddam Hüseyin bir OPEC toplantısında tüm sorunlarını çözüme kavuşturunca rüzgarın yönü değişiverdi. Irak KDP´si bir anda Saddam Hüseyin´in ordusu ile başbaşa kaldı. Silah ve para desteği kesilen Mustafa Barzani, dönemin ABD Dışişleri Bakanı Kissinger´a mektup yazarak "ABD´nin Irak Kürtlerine karşı siyasi ve ahlaki sorumluluğu" olduğunu hatırlattı. Ancak, Barzani düğünü esnasında Kissinger´ın eşi Nancy Maginnes´e gönderdiği altın ve inci kolyelerle kurduğunu düşündüğü dostluk bağına dair beklentisini yüksek tutmuştu. Kissinger, Barzani´den gelen düğün hediyelerine dair asistanı Brent Scowcroft´a yazdığı bir notta, bu konunun gizli tutulması gerektiğini vurgularken Kürtlerle kurulan ilişkinin hayli "hassas" bir konu olduğuna işaret ediyordu. KDP´ye yapılan yardımın kesilmesi konusunda Kissinger´ın aynı hassasiyeti göstermemesi, Ortadoğu´da her an değişen dengelerin yol açtığı dramların çarpıcı bir örneği oldu. Daha sonra konuyla ilgili olarak ABD Kongresi´nde kurulan komiteye ifade veren üst düzey bir yetkili, Mustafa Barzani´nin yardım çağrısına kayıtsız kalınmasına "Örtülü operasyonlar ile hayır işleri birbirleri ile karıştırılmamalıdır" sözleriyle açıklık getirecekti. 1975´te alınmayan bu ders, 1991´de 1. Körfez Savaşı´nın ardından da tekrar edildikten sonra Suriye´nin kuzeyindeki bugünkü duruma gelindi. KDP´nin iki defa yaşadığı bu tecrübe, ABD´nin kökünden değişmek üzere olduğu anlaşılan dış politikası doğrultusunda artık her ülke için geçerli olabilir.
[Ankara´da ikamet eden gazeteci Mehmet A. Kancı, Türk dış politikası üzerine analizler kaleme almaktadır]