1980’de 2 önemli ve dönüm noktası sayılabilecek olay yaşandı. İlki 24 Ocak Kararları iken, ikincisi de 12 Eylül darbesidir. 24 Ocak Kararları ile Türkiye, ekonomik anlamda küresel sisteme entegre olma yoluna sokuldu. Serbest piyasa ekonomisi görüntüsü altında neoliberal iktisadın kurallarına tabi olma yoluna girildi. Sermaye piyasalarının serbestleştirilmesinin, döviz hareketlerinin önü açıldı. Bu durum, yabancı sermayenin, sıcak paranın, serseri mayın gibi gezen kapitalist fonların Türkiye para piyasalarına girmesinin ve ekonomik açıdan kapitalist sisteme adapte olmanın ilk adımıdır.
İkinci önemli olay da 12 Eylül darbesi ile Türkiye’nin siyasi yapısını da küresel emperyalist sistemle uyumlu hale getirilmesidir. Bu iki olayla Türkiye, siyasi ve ekonomik açıdan dünyada hüküm süren emperyalist nizama bir yerinden bağlanmaya çalışıldı. Neticeye bakarsak da büyük oranda başarılı olundu.
Sermayenin önünü açma bahanesiyle çalışan/ücretli kesimlerin mağdur edilmesi, (80’lerin jargonuyla “orta direğin ölmesi”), işgücünün piyasasının kapitalist bir anlayışla yeniden tasarlanması, sermaye hareketleri anlamında çok büyük oranda dışa bağımlılık, Batı’nın montaj merkezine dönüşmemiz gibi hususlar bu entegrasyonun bir ölçüde gerçekleştiğini gösteriyor.
İktisat fakültelerinde öğretilen iktisat bilimi de maalesef bu neoklasik iktisadın ta kendisi oluyor. “Sınırsız insan ihtiyaçlarını kısıtlı kaynaklarla en optimal şekilde karşılamak” gibi hayli havalı şekilde tarif edilse de, iktisat bilimin bu tanımının tam bir kapitalist bakış açısını yansıttığı ve hayli sorunlu olduğunu görmek gerekiyor.
Birincisi, insanın ihtiyaçları “sınırsız”dır diye bir önkabul, insanın doğasıyla uyuşmuyor aslında. Misal, karnı acıkan veya susayan birisinin yiyeceği veya içeceği miktar belirlidir, sınırsız olduğunu söylemek mümkün değildir. Aynı şekilde, bir insanın hayatını idame ettirmesi için gereksinimi duyduğu kalemler de aşağı yukarı bellidir ve çok çok abartıya ve israfa kaçılmadıkça bunların da sınırsız olduğunu söylemek mümkün değildir.
İkincisi, kaynakların kısıtlı olduğunu söylemek bir bakıma doğru bir bakıma da yanlıştır. Doğru kullanıldığında, kirletilmediğine veya israf edilmediğinde dünyadaki su ve gıda kaynakları sürekli kendisini yenileyen bir yapıdadır. Kendini yenilemesi anlamında hiçbir zaman tükenmediği bile söylenebilir belki.
Ancak daha tanımdan bu yanlış önkabulleri yapınca, uygulamada da yanlış sonuçlar ortaya çıkması kaçınılmaz oluyor. Kapitalizmin geniş halk yığınlarına mutluluk ve refah getirmediği, sadece “kaymak bir tabaka”yı ihya ettiği tecrübeyle sabittir. 2008 krizinden sonra ABD’de yaşanan büyük çaplı işsizlik ve refah kaybı, akabinde gelişen “We are 99%” (Biz yüzde 99’uz) hareketi, temelde sistemin ihya ettiği %1’lik kaymak tabakaya bir tepkidir.
Türkiye’deki ekonomik gelişmelere bakınca da, günlük coşku ve galeyanları saymazsak, orta ve uzun vadede bir zenginleşme ve refah artışı yerine, daha çok durumu idare etme halini görebiliriz. Yıllardan beri saplanıp kaldığımız “gelişmekte olan ülke” kategorisinden, en büyük ekonomiler ligindeki 174.’lik-19’luktan, bir türlü üst sıralara tırmanamayışımız bunun göstergesidir. “Orta gelir tuzağına” saplanıp kalan ekonomi, birtakım günlük başarılarla kendini avutsa da bir türlü beklenen sıçramayı yapamamaktadır.
Bunda, katma değeri yüksek olmayan malları üretmek de, verimli olmayan bir çalışma içerisinde olmamız da, yeterli tasarrufları ve dolayısıyla sermaye birikimini bir türlü sağlayamamaktan ötürü dış kaynaklara olan bağımlılığımız da, ürettiğimizden fazla tüketmemiz< de ve daha sayılabilecek birçok yapısal sorunda etkendir elbette.
Ancak, üretmeden tüketmeyi bir ekonomi politikası aracı haline getirmek ve bu uğurda “borçlanmayı” da bu politikanın merkezine oturtan bir ekonomik anlayışla da yıllarımız boşa geçmiştir denebilir. Bugün yaşanan sıkıntı, kriz, zorluk vs aslına bakılırsa tek bir nedene bağlı olmayan, birçok yanlışın katmerlenmesiyle bir kusursuz fırtınaya dönüşen bir buhran durumudur.
2019 büyümesi yüzde 0,9 olurken; kişi başına milli gelirin 9 bin 600 dolardan 9 bin 100 dolara gerilemesi içinde bulunduğumuz durumun bir numunesidir. Kısa vadeli değil de uzun vadeli bir ekonomik anlayış inşa etmeli ve onu da mevcut neoklasik kafaya göre değil de başka bir temel üzerine inşa etmeliyiz belki de.