Lise ve üniversiteye devam ettiğim yetmişli yıllarda zihinlere, duygulara, yazılı ve sözlü anlatıma ideolojiler hakimdi. Kimlikler, düşünceler, beraberlikler ideolojikti ve keskindi. Düşünce, sanat, edebiyat ve kültür dünyalarına daha çok Marksizmin değişik tonları rengini vermekteydi. Bu alanlarda aktifseniz marksist literatüre de ister istemez aşinalık kesbediyordunuz. O yıllarda, canımızı en çok sıkan husus, Marksistlerin ?bilimsel? sıfatını eksik etmedikleri maddeci toplumsal ve ekonomik anlatılarının net ve sağlam görünüşüydü. O görüşe göre ?toplumsal hayatın ve insanlık tarihinin biçimlenmesinde en önemli muharrik ekonomiydi, üretim ilişkileriydi. Bununla ilintili olarak sınıf mücadeleleri tarihin akışında rol oynuyordu. İnsanların davranışlarının nedenlerine ilişkin iddialar ne olursa olsun, insan davranışlarının ana itici gücü her dönemde maddî çıkarlar olmuştur. İnsanlık tarihi, ekonomi tabanlı bir tarihti; üretim araçlarının ele geçirilme mücadeleleri tarihiydi.? Formülleri ve kalıpları vardı. Bu formül ve kalıpları her çağa, her topluluğa uygulayabilirdiniz. Hoş, devrimler Marx´ın iddiasının aksine sanayileşmiş batı Avrupa´da değil, sanayileşmemiş, az gelişmiş, tarım ağırlıklı ülkelerde gerçekleşmişti. Bu ülkelerde de, vaat edilen sınıfsız, imtiyazsız, üretim araçlarının ortak sahiplenildiği mutlu, refah içinde bir toplum yerine, üretim araçlarını kullanan, üreten geniş bir proleter toplum ve ipleri (devleti) elinde tutan egemen güçlü bir yönetici sınıf husule gelmişti. Bu toplumlarda da ?seçkinler? mevcuttu ve yönetiyorlardı.
Özellikle, gençler arasında ve haklarında ?okumuş-yazmış, aydın? oldukları şeklinde güçlü algı/kanı mevcut camialarda sosyalizmin itibarı ve bunlara sağladığı itibar çok yüksek olduğu dönemlerdi. Kapitalizmin can düşmanı komünist/sosyalist/marksistler, aslında, kapitalizmin en temel aforizmasının zihinlerde sağlam bir şekilde yer etmesini temin ediyorlardı. İnsanlık için en hayati gerçeklikler üretim araçları, ürün, tüketim, sahiplik (mülkiyet) ve sermaye idi. Aslolan ekonomi, yani paraydı. Bir başlık altında toplayacak olursak; madde ve maddî ilişkilerdi. Marksizm güya kapitalizmi zemmederken kapitali tanrılaştırıyordu (Müslümanların Yahudileri müdahale edilemez güçte hikaye etmeleri gibi).
O yıllarda solcular, kasıtları olmasa da kapitalist felsefeye katkı sağlarken, muhafazakarlar (dinle ilişkisi günlük hayatının şekillenmesine az çok yansıyanlar) ise komünizmle mücadele bayrağı altında Amerika´nın planlarına uygun icraat ve düşünceler geliştiriyorlardı.
Sonuçta, toplumun büyük çoğunluğu paranın, üretim/tüketimin otoritesini apaçık kabul etti ve çaresizlik hissi içinde önünde eğildi. Ancak, günlük hayatını dinle bağıntılı idame ettiren ve önemli yekün tutan bir kitle hâlâ vardı. Bu kitle kapitalizmin sermaye birikimi, ihtiyaç ötesi tüketim, faiz gibi enstrümanlarına uzak duruyordu. Paradan para kazanılmasının doğru ve ahlaki olduğuna inanmıyorlardı. Başını sokacak bir dam, karnını doyuracak kazanca şükür eden, bir-iki kat elbiseden fazlasını israf gören, komşusu veya arkadaşının ihtiyacı olduğunda, en fazla bir senet yaparak borç veren, birikimini güvenlik yönünden bankaya yatırmak zorunda kaldığında faiz işletmemelerini tembihleyen, çocuğunun inançlı, ahlaklı ve iyi bir insan olmasını başarılı olmasından öne koyan insanların ve tesirlerinin var olduğu bir kitle. İsraftan ve faizden uzak durma, helal kazanç, kanaat gibi ilke değerlerin hala etkin olduğu davranış kalıplarına aşina bir kitle. Ekonominin önemli olduğu ama tek ve en önemli olmadığı inancına göre yaşayan; ürün, mal, sermaye gibi ekonomik değerlerin hedef değil sadece araç olduğu inancına uygun yaşamaya çalışan bir topluluk. (Bu halinden ve ilkelerinden uzaklaştıracağı öngörüsüyle laikliği sevemeyen, bu nedenle düzenin imkan, fırsat ve getirilerinden pay al(a)mayan bu insanların mahrumiyetlerinin de bu seçimlerini kolaylaştırdığını, teşvik ettiğini söyleyebiliriz. Hatta, 40 yıl sonra baktığımızda, ?mahrum oldukları için mi masum kalmada zorlanmıyorlardı? sorusu haklı olarak zihnimize geliyor.)
Seksenli yıllarda ve özellikle soğuk savaş sonrası yani, komünizmin sahneden çekilmesinden sonra, dünyada sermayenin yönettiği ve ABD´nin giderek sahiplendiği küreselleşme süreci hız kazandı. Küreselleşme kavramını, bilimsel bir tavırla, dünyanın herhangi bir bölgesinde meydana gelen sosyal, politik ve ekonomik faaliyetlere ilişkin olayların, alınan kararların, dünyanın diğer coğrafyalarındaki bireyleri ve toplulukları etkilemesi şeklinde tanımlayabiliriz. İşin aslı ise, bütün ülkeleri ve toplulukları tam kontrolde tutan sermaye/elektronik ağ ikilisinin dünya hakimiyetidir. Haddizatında, elektronik ağın kontrolü kimin elindeyse uluslararası sermaye de onun komutlarına uymak durumundadır. Özetle, bilişim teknolojisindeki hızlı gelişmeler bütün dünya ekonomilerinin ve halklarının tek bir elektronik ağda bir araya gelmelerini sağladı. Küreselleşmenin temel gayesi, hiçbir ülkenin ve kimsenin ağ dışında kalmamasıdır. Bu sayede herkesi ve her ülkeyi kontrol etme ve yönlendirme imkanına sahip olunur. Thomas Friedman, 1999 yılında yayımladığı ?Küreselleşmenin Geleceği´ kitabında açıkça ?Bugün küreselleşme, Amerika hayalini dünyaya yaymanın bir aracı? ve ?küreselleşme (bütün dünya için) amerikanlaşma demek? olduğunu söylemektedir. Nitekim, daha da açık konuşarak ?Bu, Amerika´nın her zaman her yerde hazır bulunması gerektiği anlamına gelmez... Bizim tek başımıza gidemediğimiz ya da gitmememiz gereken yerlerde başkalarını nasıl harekete geçireceğimizi bilmek demektir. BM´yi, İMF´yi, Dünya Bankasını ve dünyanın çeşitli yerlerindeki kalkınma bankalarını desteklememizi zorunlu kılan neden, bu kurumların ABD´ye, Amerikan askerlerinin hayatını tehlikeye atmadan, her an her yerde kendi çıkarlarına hizmet etme olanağı sağlamasıdır.?
?Küresel ekonomik bütünleşmeden en büyük faydayı sağlayan ülke olarak ?? ?Küreselleşmeyi yönetmek, Amerika´nın kaçma hakkına sahip olmadığı bir roldür. Bu rolü üstlenmek bugün en başta gelen ulusal çıkarımızdır? ifadeleriyle, küreselleşmenin ABD´nin dünyanın tek hakimi olmasıyla eşanlamlı olduğunu belirtmektedir. ABD´nin tek hakim olduğu bu küresel kapitalist dünya düzeninde, ?Artık bütün dünya liderleri kendilerini bir vali gibi görmek zorunda. Asıl görevleri de elektronik sürüyü ve süper piyasaları cezbetmek, onları tutmayı sağlayacak her şeyi yapmak ve her an sırtlarını dönüp gidebilecekleri korkusuyla yaşamak?tır.
Türkiye´nin son 40 yılını irdelediğimizde, uluslararası sermayeyi cezbetme, ülkede kalmasını sağlama ve kaçmalarından korkmakla geçmedi mi ülkemizin yılları? Küreselleşmeye itiraz edecek, elektronik/ekonomik sistemin hakimiyetine rıza göstermeyecek, küresel ağın dışında kalmaya gayret edecek, uyumlaştırılamayacak biricik kitle günlük hayatını ve dünyaya bakışını dine göre ayarlamaya çalışan (Müslüman) topluluktu. Bu kitlenin yapılanlara itiraz etmemesi, en azından sessiz kalması, en fazlası gizli mahfillerde kısık sesli eleştiriyle iktifa etmesi işin başına kardeşlerinin/arkadaşlarının getirilmesiyle sağlandı. Zamanla, itiraz edilecek hususları gerçekleştirmeyi başaranlara, başaracağına inandıklarımıza iktidarı teslim etmeyi kutlu bir görev bildik millet olarak. Yetmişlerde, bilmediğimiz, duymadığımız, değişmelerinde birey ve toplum olarak etkilenmediğimiz, ABD´deki ev satışları, işsizlik oranları, ülkelerin büyüme hızı, altının ons fiyatı, çapraz kurlar, petrol fiyatları, dünya borsalarındaki dalgalanmalar, derecelendirme kuruluşlarının verdiği puanlar, merkez bankalarının faiz kararları gibi göstergeler artık refah düzeyimizi, malik olduklarımızın miktarını, soframızdaki yemeğin kalitesini belirlemektedir.
Küreselleşmenin kaçınılmaz olduğunu söyleyebiliriz. T. Friedman ise, rıza göstermenin, hatta hevesli davranmanın da elzem olduğunu söylüyor: ?Ya elektronik sürüye ayak uydurur ve onun kurallarıyla yaşarsın, ya da kendi başına koşar ve kendi kanunlarınla yaşarsın. İkincisini seçmen halinde sermayeye ve teknolojiye ulaşma şansın azalacak ve nihai olarak halkının yaşama standartları daha düşük düzeyde kalacaktır.? diyerek liderlerin ülkeyi, halkın da liderleri ağa katılmaya ister istemez zorlayacaklarını ortaya koyuyor. Ayak direme durumunda, yaşama standartlarının yani refahın, dünyevi varlık ve imkanlarının artmayacağını, düşük düzeyde kalacağını söyleyerek zorluyor insanları. Yoksulluk ve yoksunlukla korkutuyor. Elektronik ağa teslim olduğunda kavuşacağını söylediği vaatlerle teşvik ediyor topluluk ve ülkeleri. (Gerçekte vaat edilen bu dünya cenneti büyük oranda sanaldır ve oluşturulmuş yapay ihtiyaçların giderilmesine yöneliktir daha çok.)
Bu merhalede, küresel (Amerikan) ekonomik/elektronik sistemin ağlarında gönüllü olarak kaybolmuş Müslümanlar olarak ?ekonominin toplumsal hayatta ve tarihin akışında en önemli hatta biricik güç olduğuna? tam olarak inanmış ve buna uygun davranır haldeyiz, ama 40 yıl sonra bize ? biz dememiş miydik?? diyerek üste çıkacak Marksist kalmadı.