Bu yıl 10 Kasım anmaları geniş bir Atatürk sahiplenmesine sahne oldu. Öteden beri Atatürkçülük tarikinde gidenler, AKP’nin iktidar tecrübesinin savundukları şeyi (Atatürkçülüğü) haklı çıkardığını hissederek Ata’larına daha bir sahip çıktılar. Daha ilginç olan şey ise daha geniş kesimlerde Mustafa Kemal’in “anlaşılması” ve takdir görmesi oldu. Özellikle geleneksel olarak Atatürkçülüğe mesafeli olan eski dindar veya dindarlıktan yeni küsmüş insanların Mustafa Kemal Paşa’da kurtarıcı bir ruh veya damar görmeleri Türkiye’de son dönemdeki dikkat çekici gelişmelerden biridir. Peki neden böyle oluyor?
Kendi halinde yuvarlanan geleneksel Müslümanlık, 19. yüzyılda modernlikle karşılaşınca kabaca iki tür tepki verdi: İçe kapanma ve dışa açılma. İçe kapanma muhafazakar dindarlığı, dışa açılma ise reformcu Müslümanlığı doğurdu. İkisi de İslamı korumak saikiyle hareket ediyordu. İslamdaki reform hareketleri, daha az dindar oldukları için reformcu olmadılar. Dinin anlaşılış biçiminde değişim lüzumuna inandıkları için reformcu oldular. Onlar “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” diye düşünüyorlardı. Bu damarın daha radikal ve dinin dışına taşan versiyonu ise, Müslümanları kurtarmak için İslamdan bile kurtulunması gerektiğini düşünen, devrimci ‘laik İslam” diyebileceğimiz Kemalizm çizgisidir. Bunlar da “muasır medeniyet seviyesine çıkmak”tan bahsediyorlardı. (Tedrici reformdan radikal reformculuğa giden yol güzergahında, Said Nursi, Mehmet Akif ve Mustafa Kemal gibi isimlerin farklı istasyonlar olduğunu söylemek bile mümkün.)
Modern zamanların akıl ve vicdan muhakemesinde ofsayta düşen, başta “hadis” malzemesi ve geleneğin Müslümanları mahcup eden kimi bedevi, teslimiyetçi, taklitçi pratikleri, gittikçe inanılamaz ve savunulamaz hale geliyordu. Bir rehavet imparatorluğu olan gelenekten çıkılıp bir teyakkuz cumhuriyeti olan modernliğe geçilecekti. Dinin sırtında ağır bir yük haline gelen hadisin feda/terk edilmesi, dinin kurtuluşu için gerekli göründü. Geleneğin ağırlığı olarak omuzlara binen hadis’ten ricat, olmazsa olmaz olanın sınırlarının değişmesi demekti. Bu yeni (ve zımnî) misak-ı dinî, kutsal’ın sınırlarını hadisten çekip Kur’an’ın etrafında yeniden çizdi.
İslam gemisini kurtarmak için hadis yükü denize atılmalıydı. Kimisi tamamen hadisi reddetti; kimisi Kur’an’dan bile daha önemli hale gelen hadis’i Kur’an’a tabi kılıp ikincilleştirerek bu sorunu kırıp dökmeden ve geleneğe çaktırmadan aşmaya çalıştı. Ama son tahlilde kudsiyet ve anlamı Kur’an’a tehcir (veya irca) edilerek, güçlü bir savunma ve yeniden yorum için gerekli bir hatt-ı müdafaa oluşturulacaktı. Bu süreç, bunu yakinen hisseden Said Nursi’nin rüyasına bile girmişti: “Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları her tarafına dağıttı… Uyandım, anladım ki bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabtan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendini müdafaa edecek.” Yani Kur’an’ın etrafındaki surlar kırıldı diye hissedilen ınkılap, taklid ve teslimiyetin bekçiliğinde bugüne kadar gelen İslam anlayışının tahkik ve aklın meydan okuması karşısında ayakta duramayacağının anlaşılması ve teslim edilmesiydi. Kur’an’ın doğrudan doğruya kendini müdafaa etmesi de aslında şu anlama geliyordu: İslamın savunusu artık Kur’an üzerinden olmalıydı (“Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı” bunu ifade ediyordu).
Toparlarsak, günümüz kimi İslam anlayışlarında görülen Kur’an vurgusu veya “sadece Kur’an” çizgisi, İslamdaki bir reform damarının yansımasıdır. Buna Kur’ancılık veya Kur’anizm diyebiliriz. Yani sadece Kur’an’ı temel alan İslam yorumu. Akla mugayir olanı terk etmekle birlikte İslama sadakati aksatmamak amacındaki bu yaklaşım, modernleşmenin temel motivasyonlarıyla da örtüşüyor. Yani gelenekten kaçışta önemli bir durak vazifesi görüyor Kur’anizm. Geleneğin ilkelliklerinden rahatsız oluyor ve İslamı gelenekten tenzih için sık sık gelenekle savaşıyor. (Kur’anizmin en önemli tutarsızlığı, hadislere uyguladığı eleştirelliği neden Kur’an’ın kendisine uygulamadığıdır. Ancak bu ayrı bir konu.)
Gelenekçiler ise, genelde “ehl-i sünnet ve’l cemaat” adıyla sünnet üzerinden savunma hattını kurup, dini muhafaza etme adına geleneğin bazı eskimiş anlayış ve pratiklerini de savunuyorlar. Zira kudsiyet paketi içine, geleneğin attığı her nesneyi savunmak zorunda kalıyorlar. Reformcuların dine zarar vermek kastıyla değil, dini kurtarmak kastıyla onlara ters düştüklerini kabul etmek istemiyorlar. İslamın hakiki gardiyanları edasıyla racon kesmeye meyilli oluyorlar.
Dinin içinden bu kurtarma çabalarının dışında, bir de dinin dışından kurtarma çabaları var. Kemalizm biraz da budur. Yani modernlikle karşılaşmanın dine dair gereklerini, bir reform arayışı yerine, dini (tamamen atmasa da) kenara koyarak halletme yoluna gitmiştir. Yani gelenekçilik, Kur’anizm, ve Kemalizmin hepsi, birer kurtuluş ideolojisi olarak zuhur etmiş bulunuyor. Bu üç çizginin üçü de “mutlak”çı çizgilerdir. Yani inandıkları şeyi din biliyor ve diğerlerine karşı pek acımasız oluyorlar.
Bugün Atatürkçüler hâlâ, diğer yolların neden öyle olduğunu anlama imkanından mahrum bir teslimiyet içindedir. Gelenekçilerden farkları, başka bir malzemeyi savunuyor olmalarıdır. Yoksa savunma ve taassup biçimleri farklı değildir. Birinin daha kasabalı ve dindar, ötekinin daha şehirli ve laik olması bu gerçeği değiştirmiyor.
İslamda modernlik ve rasyonel bir paklık arayan reformcu Kur’anizmin yolunun, en nihayet Kemalizmle kesişmesi, bu sebeple sürpriz değildir. Yani gelenek tünelinden kaçıp başını Kur’ancılık ile evrenselliğe ve modernizm ile Batıya uzatan bu bunalmış, küskün ve kabuk değiştiren dindarlar, orada “reform yerine devrim” diyen Mustafa Kemal’i görünce şaşkınlık yaşarlar: “Demek haklıymış… vay be, ancak şimdi anladık” vs derler. Gelenek karşıtlığı, bir ‘laik İslam’ olan Kemalizm ile bir ‘reform İslamı’ olan Kur’anizmi aynı çizgide buluşturabiliyor. (Bunun iyi bir örneği, yakın tarihte rahmetli Yaşar Nuri Öztürk’tü. Samimi bir mu’min olan Öztürk için Atatürk büyük bir müçtehid ve hatta bir mehdi idi.) Çünkü laiklerin İslamı da bir İslam, bir din.
Günümüzde, yukarıda bazı vechelerini anlatmaya çalıştığım süreci yansıtan iki tanıdık örnek: Edip Yüksel ile Müfid Yüksel kardeşler. İkisi de samimi Müslüman olan bu kardeşlerden biri Kur’anist ve Atatürk takdircisi iken, diğeri daha gelenekselci ve anti-Kemalisttir. İkisi de İslamı müdafaayı kendilerine misyon edinmiş aktivist insanlar.
AKP’nin mümkün kıldığı zenginleşme ve yeni dalga modernleşmenin imkân ve dehşetinden hareketle, kendileri için artık taşınamaz hale gelen gelenekten kopan kimi dindarların, dışarı çıktıklarında hemen yakında olup uzun süre yok veya yabancı sayılan Atatürk(çülük) ile karşılaşmaları söz konusu. Eskiden tek tük bireylerde vuku bulan bu Kur’anizm ve Kemalizm kesişmesi, günümüzde daha geniş bir tabanda vuku bulabiliyor. Neticede din de kabuk değiştiriyor. İslam anlayışları değiştikçe düşman (deccal) ve kurtarıcı (mehdi) figürleri de değişiyor. Bu anlayışların üçünün de isabetli olduğunu söyleyemem ama bu da ayrı bir konu.
[Serbestiyet editoryasının daveti üzerine ara ara burada yazmaya karar verdim. Tekrar görüşmek üzere.]