Kur’an yakma: İfade özgürlüğü mü, tehlikeli bir saygısızlık mı, suç mu?

Naman Bakaç birçok isimle ” Kur’an yakma: İfade özgürlüğü mü, tehlikeli bir saygısızlık mı, suç mu?” başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi.

Kur’an yakma: İfade özgürlüğü mü, tehlikeli bir saygısızlık mı, suç mu?

Prof. Dr. Ergun Özbudun: “Kutsal kitabın yakılması ifade özgürlüğü değildir, kamu düzenini tehdit eder”, Prof. İlhami Güler: “Hakaret ve aşağılamaya benzer tepki verilirse onların derekesine düşmüş olunur”, Fikret İlkiz: “Dinsel nefreti körüklemek ifade özgürlüğü koruması altında değildir”, Bülent Şahin Erdeğer: “Kur’an böyle durumlar için vakur tavır öneriyor, fakat her Müslümanın Kur’an’ın ideal bilincine sahip olmadığı muhakkak. Dolayısıyla kutsallara yönelik hakaret ve provokasyonlar iyi niyetli ama öfkesine yenilen birçok dindarın kamu düzenini bozmasına neden oluyor.”

Aşırı sağcı ve ırkçı siyasetçi Rasmus Paludan’ın Kur’an yakmasıyla başlayan eylemi, “Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar Hareketi”lideri Edwin Wagensveld’in Lahey’de Kur’an yırtma eylemiyle devam etti. Son olarak Rasmus Paludan, Danimarka’da eylemini tekrarladı, bunu devam ettireceğini kamuoyuna deklare etti.

Kur’an’ın yakılması ve yırtılmasıyla birlikte bu tür eylemlerin ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilip değerlendirilmeyeceği tartışması bir kez daha alevlendi.

Batı’daki siyasi elitlerden; İsveç Başbakanı Ulf Kristersson, İsveç Dışişleri Bakanı Tobias Billström, ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Ned Price, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği (OHCHR) sözcüsü Ravina Shamdasani, BM Medeniyetler İttifakı Yüksek Temsilcisi Miguel Angel Moratinos, BM Cenevre Ofisi Sözcüsü Alessandra Vellucci, Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mariya Zaharova ve Beyaz Saray Sözcüsü Karine Jean-Pierre’nin açıklamaları alt alta sıralandığında şu fikir öne çıkıyor: Kur’an yakılması ifade özgürlüğü ve demokrasinin bir parçasıdır ve yasaldır. Ancak bu, eylemin onaylandığı, arkasında durulduğu, desteklendiği, benimsendiği ve uygun görüldüğü anlamına gelmez. Eylemin kabul edilemeyeceğini savunanlar, Kur’an yakılması eylemi için alçakça, saygısızca, tiksinti verici, iğrenç, kaba, saldırgan, ayrımcı, kışkırtıcı, provokatif, aşağılayıcı, rahatsız edici, tehlikeli, sorumsuzca, tahammülsüz ve ayrıştırıcı gibi ifadeler kullandı.

İfade özgürlüğünü düzenleyen, bunu hukuki güvence altına alan ve keyfi olarak engellenmesini önleyen belli başlı uluslararası hukuki metinleri İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Medeni ve Siyasi Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme olarak sayabiliriz.

Bu hukuki kaynaklar, ifade özgürlüğünün ancak kanunlarla ve başlıca şu kriterlerle sınırlanabileceğini öngörüyor: Başkalarının hak ve özgürlüğünün korunması, kamu güvenliği ve kamu düzeninin sağlanması, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlakın sağlanması, gizli belgelerin açığa vurulmasının önlenmesi, şiddetin teşvik edici olmasının engellenmesi, başkalarını inciten, aşağılayan ve tahkir eden düşünce ve duygu açıklamalarının önlenmesi….

Bu bilgiler ışığında; Kur’an’ın yakılması ve yırtılmasının ifade özgürlüğü ile ilişkisine dair bir dosya/soruşturma hazırladık. Bu amaçla görüşlerine baş vurduğumuz kişilerin açıklamalarını iki bölüm halinde yayımlayacağız. Bugün, sırasıyla 2007’de yeni bir Anayasa taslağı hazırlayan komisyonun başkanlığını yapmış olan Anayasa hukukçusu Prof. Ergun Özbudun, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. İlhami Güler, avukat Fikret İlkiz ve gazeteci-yazar Bülent Şahin Erdeğer’in görüşlerine yer veriyoruz.

Şu soruları sorduk kendilerine:

  1. Kimi ülkelerde yasal olan Kur’an’ın yakılması eylemi ifade özgürlüğünün bir göstergesi olarak mı kabul edilmeli, yoksa eylemin niteliği ve yol açacağı sonuçlar nedeniyle ifade özgürlüğünün kapsamının dışında mı görülmeli? İfade özgürlüğünün kapsamı ve sınırı bu olay dolayımında nasıl formüle edilmeli sizce?
  2. Kur’an’ın yakılması veya yırtılması, şiddeti tahrik ve teşvik edici bir eylem ise şayet, buna karşı gösterilecek başka bir şiddet ve tahrik edici eyleme karşı kamu düzeni ve kamu güvenliği nasıl sağlanabilir? ABD ve Batı’da yükselen aşırı sağ akımlarla birlikte düşünüldüğünde, bu eylemlerin zaman içinde kültürel ve dini çatışmaya veya Avrupa tecrübesinde bir dönem yaşanan din savaşlarına evrilmesi söz konusu olabilir mi? Bu, aşırı evhamlı bir gelecek tahayyülü mü olur sizce?
  3. Genel olarak kabul edildiği gibi bu tür eylemler toplumda nefreti yaygınlaştıran ve düşmanlığı derinleştiren bir rol oynuyorsa, bireysel özgürlük boyutunu bu çerçevede bir kez daha düşünmek gerekir mi? Toplumsal huzur ve barış için yeni düzenlemeler gerekir mi?
  4. Yasallık gerekçesi kutsal metinlerin yakılmasının zemini ve zırhı olabilir mi? Yasallık ve özgürlük arasında nasıl bir denklem kurulmalıdır?
  5. Kur’an’ın yakılması ve yırtılması, Peygamberlere yönelik hakaret, aşağılayıcı ifadeler, tahrik edici çıkışlar, söz ve davranışlar, kınanmalı mı cezalandırılmalı mı yasaklanmalı mı? Bunların dışında başka bir formülünüz var mı? Mutlak özgürlük ve mutlak yasak arasında bir denge kurulabilir mi?

 

Prof. Dr. Ergun Özbudun: “Kutsal kitabın yakılması ifade özgürlüğü değildir, kamu düzenini tehdit eder”

Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) ifade hürriyetine ilişkin 10’uncu maddesinin 2’nci fıkrasına göre, “Görev ve sorumluluklar da yükleyen bu hürriyetlerin kullanılması, kanunla öngörülen ve demokratik bir toplumda ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu güvenliğinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması … için gerekli olan bazı formaliteler, koşullar, sınırlamalar veya yaptırımlara tabi tutulabilir.”

Bu hüküm karşısında bir dinin kutsal kitabının alenen yakılmasının, ifade hürriyeti sınırları içinde olduğunu iddia etmek imkânsızdır. Özellikle toplumun değişik dinlerin mensuplarından oluştuğu ülkelerde böyle bir davranış, elbette şiddetli tepkilere neden olacak; böylece “kamu düzeni”ni ciddi şekilde tehdit edecektir.

Ayrıca bu davranış, kutsal kitabı alenen yakılan dinsel cemaat mensuplarının “şöhret ve hakları”na karşı da bir tecavüz teşkil edecektir. Buna kanunla izin verilmiş olması da üye devleti sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü o kanunun da “demokratik bir toplumda gerekli” olması ve maddede değinilen sınırlama sebeplerine aykırı olmaması gerekir.

İfade hürriyetinin kullanılmasının, “görev ve sorumluluklar” yüklediği maddede de, açıkça zikredilmektedir. Nitekim üye devletlerin büyük çoğunluğunun ceza mevzuatında nefret söylemleri, yani halkın bir kesimini dinsel inanç, etnik köken, vb. sebeplerle aşağılayıcı ifadeler, suç olarak nitelendirilmiştir.

 

PROF. İlhami Güler: “Hakaret ve aşağılamaya benzer tepki verilirse onların derekesine düşmüş olunur”

İfade özgürlüğü ile kutsallık ilişkisine geçmeden önce, kutsallıkla ilgili Hristiyanlıkla, İslam arasındaki farkı vurgulamak isterim. Hristiyanlıkta sacred yani kutsal olanla kutsal olmayan arasında kesin bir ayrım var. Kutsal olan Tanrı’nın yeryüzündeki tezahürü demektir. Bilindiği gibi Hz. İsa kutsaldır. Neden? Çünkü Tanrı’nın tezahürüdür. Bu ilkel dinlerde de böyledir. Yani “Hierofani” diye bir kavram var bildiğiniz gibi. Ne demek bu? Kutsal olan Tanrı, bizzat yeryüzünde maddi olarak tezahür ediyor, tecessüm ediyor yani.

İslam’da ise böyle bir şey yok. İslam’da olan ne var peki? Bir Allah var ve o mutlak kutsal. Yani Kuddus. Yeryüzünde olan dini kişiler veya mekânlar İslam’da kutsal değil, mübarektir. Mübarek dediğin zaman yani yüce, ulvi, anlamlı, faydalı, bereketli demek. Dolayısıyla Kuran’ı Kerim mübarektir. Kâbe ve Hz. Muhammed mübarektir, kutsal değildir. Çünkü bunlar Hristiyanlıktaki gibi kutsalın yeryüzündeki tezahürleri değildir. Kur’an ayettir, ayet ise işarettir. Tanrıya işaret eden şey demektir. Kur’an, Hz. Muhammed, Kâbe…. tüm bunlar, İslam dininde manalı, ulvi, yüce şeylerdir.

İkinci husus ise, Batı’da kutsal olan şey, seküler olan toplumlarda eritildi. Batı’da kutsal olan şey neredeyse yok. Dolayısıyla onlar insanı, özgürlüğü, hümanizmi merkeze aldıkları için, her türlü kutsalla alay etmeyi, Hristiyanlıkla alay etmeyi yasal olarak kendi hukuklarında yasallaştırmışlar. Seküler olarak kendilerini konumlandırdıkları için, dinsel olanla kutsal olana bir düşmanlık veya onu alaya alma, onunla dalga geçme gibi durumları suç saymıyorlar. Kendi toplumlarında ve kendi mantıklarında bunun bir yeri var. 

Müslüman toplumlar, onlardan tabii farklı. Müslüman toplumlar, dini değerlerine, mübarek şeylere saygılarını hala sürdürüyorlar. Dolayısıyla, Müslüman toplumların alay ve hakaret edilen şeylere incinmesi yerinde bir şey. Yani normal bir şey. Çünkü manevi, ulvi, yüce, mübarek olan değerlerine saygılarını sürdürüyorlar. Müslüman toplumların, Batı’daki bu tarz eylemlere karşı ortaya koydukları tepki, bu yüzden anlaşılabilir bir şeydir.

Kuran-ı Kerim’de iki tane ayet var, bu tip durumlarda nasıl tavır takınılması gerektiğine vurgu yapan, iki ayet ya da iki ilke… Bunlardan bir tanesi, Allah’tan başka yalvarıp-yakardıklarına (taptıklarına) sövmeyin ki sonra onlar da haddi aşarak cahilce (ve küstah şekilde) Allah’a sövmesinler. (En’am Süresi:108)

Başkasının dini değerlerine hakaret etmek, özgürlük kategorisinde değerlendirilemez

Dikkat edilirse, bu sivil ve medeni bir tepki. Herhangi bir şiddet yok. Tamamen insanların vicdanlarına yapılmış bir hitap var burada. Küfretmeyin, sövmeyin, kırıp dökmeyin şeklinde.

İkinci tavır ya da ayet yine buna benzer bir ilkedir. Onlar, Allah’ın ayetleriyle alay ettikleri zaman, mevzu değişinceye kadar orada bulunmayın, orayı terkedin. Sanırım Nisa Suresi’nde idi bu ilke. Dikkat ederseniz bu da son derece medeni, son derece barışçıl bir tepki. Normal olan tepki bu. Dolayısıyla şu anda Müslüman toplumların bu tip durumlarda yapması gereken, buna benzer sivil, medeni, demokratik ve barışçıl tepkileri ortaya koymalarıdır. Eğer İslam dünyasında şiddete varan tepkiler ortaya koyulursa, onların mantığına düşmüş olunur. Yani hakaret ve aşağılamaya aynı düzeyde tepki verilecek olunursa, o zaman onların derekesine düşmüş olunur. Burada medenilik, üstünlük olan tutum, onların yaptığı hakareti yapmamaktır. İğrenç, aşağılık bir eylem ortaya konmuşsa, sana düşen üstünlüğünü ve medeniliğini ortaya koymaktır.

Kur’an yakma iğrençliğinin, ifade özgürlüğüyle ilişkisine gelince, bu ifade özgürlüğü kapsamına girmez. Burada da özgürlük kavramı önemli. Özgürlüğü nasıl anlayacağız? Yasa ona göre teşekkül edilir, bildiğiniz gibi. Medeni olarak, bir başkasının kutsalına hakaret etmeyi Tanrı yasaklamışsa, bunu serbest yapmak doğru değildir. Böylesi bir yasal düzenlemeye ilişkin, insanların böyle bir hakları olmamalıdır. Başkasının dini değerlerine hakaret etme, özgürlük kategorisinde değerlendirilemez. Çünkü özgürlük neticede insanın en temel varoluşsal kimliğinin kurucu unsuru olan değerlerine hakaret etmeyi içermemeli, bilakis onu dikkate almalıdır.

Eleştiri ile hakareti birbirine karıştırmamak gerekir

Dolayısıyla eğer birileri herhangi bir şeye saygı duyuyorsa, değer veriyorsa, ona hareket etme, onu aşağılama, onu parçalama, onu iğrenç kılacak eylemde bulunmamalı. Eleştiri ile hakareti birbirine karıştırmamak gerekir. Sen değer vermediğin karşı bir inancı, onun gerçek anlamda değerli, ulvi ve yüce olup olmadığını eleştirebilirsin, buna hakkın var. Şu şu adamın, şu şu kutsiyeti veya yüceliği yoktur diyebilirsin. Çünkü insanlar abuk sabuk şeyleri de kutsallaştırabilir. Her kutsala saygı duyalım dersek, o zaman insana ve aklına da hakaret etmiş olmaz mıyız? İpin ucu kaçar yani. Eğer bir şeyin kutsal olmadığına, değerli olmadığına inanıyorsan bunu hakaret etmeden eleştirme hakkına sahip olmalısın. Niçin? Hem o kutsalın gerçek değerini korumak için, kutsalın ne olduğunu ortaya koymak için hem de onu benimseyen insanların onurunu ve gelişmesini temin etmek için.

 

Av. Fikret İlkiz: “Dinsel nefreti körüklemek ifade özgürlüğü koruması altında değildir”

Temel insan hakları ve özgürlükler evrenseldir, bölünmezdir, birbirine bağlıdır ve birbiriyle ilişkilidir. Devletler Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde yer alan hak ve özgürlükleri sağlamayı ve korumayı kendi yetki alanlarındaki herkes için garanti etmiştir.

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 10. Maddesi ile Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesinin 19 ve 20. Maddelerinde ifade özgürlüğü düzenlenmiştir. İfade özgürlüğü hakkı sınırlandırılabilir bir haktır ve temel hak ve özgürlüklerin omurgasıdır.

Demokratik ve çoğulcu bir toplumun temeli olan ifade özgürlüğü; bilgi ve fikirlerin, kamu otoritesinin müdahalesi olmadan ve ulusal sınır tanımadan; yalnızca lehte kabul edilen veya zararsız görülen bilgi veya fikirler için değil, aynı zamanda Devleti veya nüfusun herhangi bir kesimini rencide eden, şoke eden veya rahatsız eden bilgi veya fikirler için de geçerlidir. İfade özgürlüğü hakkının kullanılması herkese görev ve sorumluluk yükler.

İfade özgürlüğü hakkının sınırlandırmaları AİHS‘nin 10. maddesinin ikinci paragrafında, MSHS Madde 19/3’te gösterilmiştir. Sınırlandırmalar genişletilemez, dar yorumlanmalıdır. Birleşmiş Milletler Uluslararası Medeni ve Siyasal Haklar Sözleşmesinde Devletlerin yükümlülüğü şudur: “Ayrımcılığı, düşmanlığı yahut şiddeti kışkırtan herhangi bir ulusal, ırksal ya da dinsel nefret savunuculuğu yasayla yasaklanacaktır” (Madde 20/2). Ulusal, ırksal veya dinsel nefret savunuculuğu yapılamaz. Ayrımcılığın, düşmanlığın veya şiddetin kışkırtılması demek; nefret savunuculuğudur ve her koşulda yasaktır. Dinsel nefret, bu nefreti körüklemek, eylemleri dönüştürülmüş sembollerle kin ve nefrete ve düşmanlığa dönüştürmek ve bu yöntemlerle toplumu kışkırtmak ifade özgürlüğü koruması altında değildir. Görüş ve düşünce açıklamak değildir ve/veya ifade özgürlüğü hakkını kullanmaktan çok; nefret söylemini çoğaltmaktır.

Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 132. Toplantısında 20 Mayıs 2022 tarihinde “Bakanlar Komitesi’nin nefret söylemiyle mücadele konusunda üye Devletlere yönelik CM/Rec (2022)16 [1] sayılı Tavsiye Kararı” kabul edilmiştir. Tavsiye Kararında “nefret söylemi” şöyle tanımlanıyor: “Bu tavsiye kararının amaçları doğrultusunda, nefret söylemi, bir kişiye veya bir grup kişiye karşı şiddeti, nefreti veya ayrımcılığı kışkırtan, teşvik eden, yayan veya haklı gösteren veya gerçek veya gerçek sebepleri nedeniyle onları aşağılayan her türlü ifade olarak anlaşılmaktadır.” Tavsiye Kararında yer alan ilkelerin amacı, “insan hakları çerçevesinde nefret söylemine karşı etkili koruma sağlamak”, “nefret söylemini önlemek”  ve mücadele etmektir. 

Nefret söylemi yasaktır ve “Nefret söyleminin bireyleri, grupları ve toplumları çeşitli şekillerde ve farklı şiddet derecelerinde, hedeflediği kişilere korku aşılamak ve onları aşağılamak ve zararlı olan kamusal tartışmaya katılımı caydırıcı bir etki yapmak dâhil olmak üzere olumsuz etkilediğinin farkına varılması” gerekir. 

Nefret savunuculuğu ve söylemi ifade özgürlüğü tarafından korunmamalıdır. Nefret söylemi, kişilerin insanlık onurunu hedef alır. Kişinin özel hayatına saygı ve ayrımcılığa uğramama hakkına müdahaledir. Bu nedenle kişinin özel hayatına ve aile hayatına saygı hakkı ile ifade özgürlüğü hakkı arasında dikkatli bir denge kurulmalıdır. Bu dengenin sağlanmasında kilit rol ayrımcılık yasağıdır. AİHS’de madde 14 ile “ayrımcılık” yasaktır ve istisnai sınırlandırması yoktur.

Nefret söylemini harekete geçiren eylemlerin kendisi bir dizi nefret dolu ifadeyi içinde barındırır. O yüzden “İfadenin içeriği; ifadenin yapıldığı tarihteki siyasi ve sosyal bağlam; konuşmacının niyeti, konuşmacının toplumdaki rolü ve statüsü; ifadenin nasıl yayıldığı veya güçlendirildiği, ifadenin, bu tür sonuçların yakın olması dahil, zararlı sonuçlara yol açma kapasitesi; hedef kitlenin doğası ve büyüklüğü ile hedef grubun özellikleri” dikkate alınmalıdır.

Tarihte görülen örnekleri bakımından kitap yakmak, faşizme davetiye çıkarmaktır

Hangi ifade türlerinin ifade özgürlüğünün sağladığı korumanın dışında kaldığı netleştirilmelidir. Eylemler ve medya aracılığıyla yayılan nefret söyleminin hedeflenen kişi ve gruplar üzerindeki potansiyel etkisini dikkate alan ve hesaba katan ilkeli, insan haklarına dayalı bir yaklaşım izlenmelidir.

Ceza hukuku son çare olarak ve en ciddi nefret ifadelerinin ve nefret savunuculuğunun önlenmesi için uygulanmalıdır. Devletler hangi nefret söylemi ifadelerinin cezai sorumluluğa tâbi olduğunu ulusal ceza kanunlarında belirtmeli ve açıkça net olarak tanımlamalı ve yasaklamalıdır.

Tarihte görülen örnekleri bakımından kitap yakmak, faşizme davetiye çıkarmaktır. Dinsel nefretle kitap yakmak; dünyada barış ve adaletin asıl temelini oluşturan insan haklarının korunmasındaki ortak anlayışın temelini sarsar. İnsan Hakları ve Evrensel Bildirisi başta olmak üzere temel insan hak ve özgürlüklerinin korunmasında nefretin, şiddetin, ırkçılığın ve faşizmin reddi herkesin görevi; ifade özgürlüğünün gereğidir. 

 

Bülent Şahin Erdeğer: “Kur’an böyle durumlar için vakur tavır öneriyor, fakat her Müslümanın Kur’an’ın ideal bilincine sahip olmadığı muhakkak”

Birleşik Krallık, Kanada, Fransa, Danimarka, Almanya, Yeni Zelanda gibi ülkeler yasalarında nefret söylemini suç olarak düzenlemişlerdir. II. Dünya Savaşı sonrası Almanya ırkçı söylemleri, Nazi sembol ve selamlaşmaları dâhil pek çok eylem ve ifade biçimini suç kapsamına aldı. Nefret söylemi yasağına ilişkin örneklerden biri de “soykırım inkârı” yasalarıdır. Uluslararası Sivil ve Politik Haklar Sözleşmesi’nin 19. Maddesi ifade özgürlüğünü düzenlerken, ifade özgürlüğü hakkının özel bir ödev ve sorumlulukla kullanılacağına işaret eder. Sözleşme ifade özgürlüğünü başkalarının haklarına saygı ve ulusal güvenlik, kamu düzeni ve sağlığı ile sınırlar. Sözleşmenin 20. Maddesinin 2. Fıkrası; “Ayrımcılığa, kin ve nefrete veya şiddete tahrik eden herhangi bir ulusal, ırksal veya dinsel düşmanlığın savunulması hukuk tarafından yasaklanır” der.

Nefret söyleminin yasaklanması hakkında “Féret v Belçika davası” emsaldir. Belçika Parlamentosu üyesi Féret’in seçim kampanyasındaki İslam karşıtlığı Belçika’da cezalandırılmış, Féret AİHM’e başvurmuş ve haksız bulunmuştur.

Bu örnekler göstermektedir ki Müslümanlar için merkezi bir önemi haiz olan Kur’an ve Hz. Muhammed’e dair geliştirilen nefret söylemleri, mushaf yakma, Wilders’ın çektirdiği Fitne gibi sinema yoluyla hakaret, ifade özgürlüğünü istismar etmektir. Özellikle “kitap yakma” Avrupa açısından Ortaçağ’daki Engizisyonu ve Nazilerin 1933’te başlattığı kitap yakma seferberliğini hatırlatıyor. Kitap yakmanın kendisi bizzat ifade özgürlüğünün sembolü olan Kitaba yani ifade özgürlüğüne yönelik faşist bir saldırıdır. Dolayısıyla hem felsefi açıdan ifade özgürlüğüne yönelik saldırılar ifade özgürlüğü olarak değerlendirilemez hem de hukuki açıdan nefret söylemi nefret suçunun ilk aşaması olduğundan suçtur. Hem de nefret söylemi halkın bir kısmını diğerine karşı kışkırttığından kamu güvenliğini de tehdit eder.

Müslümanlar için inandıkları değerleri sembolize eden kutsallara yönelik hakaret ve saldırılar doğrudan benliklerine yönelen bir saldırıdır. Kur’an’ın kendisi, kendine inananlara saldırı ve hakaretler karşısında vakarı ve hikmetli tavrı vâzetse de, şiddet içermeyen sivil protesto yapılmasını emretse de her Müslümanın Kur’an’ın ideal bilincine sahip olmadığı muhakkak. Dolayısıyla kutsallara yönelik hakaret ve provokasyonlar iyi niyetli ama öfkesine yenilen birçok dindarın kamu düzenini bozmasına neden olmakta, bu provokasyon zemini terör gibi illegal alanları genişletmekte, “din savaşları” abartılı olsa da kimlik temelli çatışmaların ve şiddetin artmasının önünü açmakta.

Bu tip söz ve eylemlere asla izin verilmemelidir. Demokrasiler, ifade özgürlüğünü hedef alan faşist saldırılara, ifade özgürlüğü kisvesiyle göz yummamalıdır. Bu özgürlük değil faşizmdir. O zaman IŞİD de ifade özgürlüğünü kullansın diyor mu Avrupa? Hayır. 

Uluslararası hukuk ve Avrupa ülkelerinin iç hukukları gereği dini metinlerin yakılması ya da peygamberlere hakaret yasal değil. Aksine bu hukuki açıdan da nefret söylemi. Peki neden tüm bunlara rağmen bu suçlar işlenebiliyor? Çünkü her ne kadar hukuka aykırı olsa da nefret söylemi popülizmi besleyen bir araç. Aşırı sağ diye yumuşatılmış haber dilini bırakıp insanlığın karşısında net bir Faşizm tehdidi olduğunu, faşizmin toplumsal taban bularak siyasette güçlendiğini ve 1945 sonrası anti-faşist temelde örgütlenen Avrupa kurumlarını enfekte ettiğini söylemeliyiz. Benzeri bir durum Türkiye’de de göçmen sorununda yaşanıyor. Zafer Partisi taban kazandıkça hem muhalefet hem iktidar içerisinde kim daha fazla göçmen karşıtı rekabeti başlıyor. Hanna Arendt’in kötülüğün sıradanlığı dediği o faşizm “kötülükte toplumsal uzlaşı” diyebileceğimiz bir toplumsal histeriyi tetikliyor. O yüzden Avrupa’nın 1945 sonrası geliştirdiği demokrasi kültürünü ve hukukunu korumak için nefret söylemleri ve suçlarıyla aktif biçimde mücadele edilmeli. “Kitap yakmak ifade özgürlüğü değil aksine ifade özgürlüğünü hedef almaktır.” Bunu her zeminde vurgulamak gerekir.  Bu sebeple de kitap yakılması gibi faşist bir eylem göz göre göre ifade özgürlüğü kavramı paravan edilerek gerçekleştirilebiliyor. Benzeri paradokslar Hollanda ve Fransa gibi demokrasilerde de tekrarlanıyor. Putin de bu paradoksu en az 10 yıldır görüyor. Bunu hem derinleştirmek hem de AB’yi zayıflatıp çökertmek için, Avrupa’daki faşist partileri finanse ediyor.

Faşizmin yeryüzünün hiçbir noktasında söz hakkı olmamalıdır. Görüldüğü yerde ezilmelidir. Dünyanın yeni bir dünya savaşı tecrübe etmesine gerek yok. Faşizme özgürlük yok!

 

Kaynak: Farklı bakış