Bir önceki yazımda, kültürümüzde insanın din ve dünya hayatını düzenleyen Kelam ve Fıkıh’ta sistematik bilgi alanı olarak ahlakın yerinin olmadığını açıklamaya çalışmıştım.
Mûtezile ile ilgili iddiamı tekrar hatırlatayım: Mûtezile’nin asıl meselesi ahlaka temel oluşturmak için insanın özgürlüğünü savunmak değil, Allah’ı zulümden tenzih etmektir. Onun için Ehl-i Sünnet gibi onların da asıl konusu ahlak değil teolojidir, bu anlamda kelamdır.
Öyle anlaşılıyor ki, Mûtezile’nin davasının bir ucu siyasetti. Onlar, işledikleri kötülükleri kaza ve kader inancı üzerinden Allah’a mal ettiği söylenen Emevî yönetimine karşı oluşan siyasi muhalefeti desteklemek istemişler, bunu da –alanları gereği- Allah’ın âdilliği yahut zulümden tenzih edilmesi yoluyla yapmışlardı. Nitekim Emevî iktidarı yıkıldıktan sonra Mûtezile uleması savunduğu özgürlü unutmuş, Abbasi yöneticilerini muhalifleri olan Ehl-i hadis üzerinde “Mihne” denilen sistematik baskı ve eziyet uygulamaya teşvik etmişlerdir. Ehl-i hadis başta olmak üzere sonraki Sünnî ulemanın 16 yıl kadar süren bu uygulamayı Mûtezile’yi imha etmek, hatta genel olarak “Ehl-i re’y” denilen akılcı çıkışları bastırmak için sürekli koz olarak kullandıkları ehlince bilinmektedir.
***
Fıkhın programında ahlak yoktur. Fıkhın “İbadetler” bölümünde –konu gereği- insan sadece kul olarak bahis konusudur. “Muâmelât” bölümünde ise Müslüman toplumları oluşturan aile, akraba, komşular ve diğer toplumsal kesimlerin medeni, askerî, hukuki, adlî, idarî, siyasî, ekonomik vs. dünyevî eylemleri ve ilişkilerine dair hükümler din kayaklı veya referanslıdır. Burada da yine insan nesnedir; ilke olarak kurallar dışarıdan konulur, insan da itaat eder. Kural insan için değil, insan kural içindir. Özerk bir fâil olarak kendisinin uyacağı, uygulayacağı, sonucundan kendisinin sorumlu olduğu kuralların belirlenmesinin hiçbir yerinde özne olarak insan yoktur. Onun için fıkıhta insanlık düşünce tarihindeki anlamıyla, insanı özgür fâil olarak tanıyan anlamıyla ahlak yoktur.
Sonuçta kelamda da fıkıhta da aktif olan, söz söyleyen, buyuran, yasaklayan, hüküm koyan ve hükmü geçerli olan, hatta Ehl-i hadis ve Eş‘ariyye’ye göre insanın bütün eylemlerine karar verip yaptıran mutlak özne Allah’tır. Kur’an’da insana tanınmış olan özgürlüğün bilhassa Sünnî kelam, fıkıh ve tasavvufta yeri yoktur. İnsanlık akıl ve vicdanının benimsediği ahlak düşüncesinden bakıldığında, özgür olmayan bir varlık özne olamaz; özne olmayanın da ahlakından bahsedilemez. Onun için kelamda, fıkıhta ve tasavvufta ahlak yoktur.
Kelamcılar ve fıkıhçılar nadiren ahlaktan bahsettiklerinde bundan, ilâhî buyruklar karşısında edilgen olması istenen insanın itaatini kastederler. Buyruk ve yasaklara konu olan bütün insan eylemlerinin adı, edilgen bir anlam içeren “tâât”tır. Bu itaat anlayışı tasavvufta zirveye çıkar ve sonunda kul “gassâl önünde meyyit” olur. Mutasavvıflar, kelamcıların ve fıkıhçıların aksine, sık sık kullandıkları ahlak kavramından sadece bu mutlak itaat ve teslimiyeti anlarlar.
“Ahlak” kavramı, felâsife ve kısmen onlardan etkilenen Gazzâlî, Fahreddin er-Râzî gibi birkaç muahhar âlim dışında ulemanın teorik tartışmalarında yer almaz. Onların lügatinde “ahlak” çoğunlukla “hüsnü’l-hulk” olarak kullanılır ve bununla da bireysel ilişkilerde “tatlı dilli, güler yüzlü, hoş görülü, hoş geçimli olma” gibi pratik erdemler kastedilir.
***
Kınalızâde Ali Efendi’nin (ö. 970/1572) Ahlâk-ı Alâî’si ile birkaç çeviri dışında, Osmanlı tarihi boyunca bilimsel-felsefî ahlak kitabı yazılmamıştır. Mesela Agâh Sırrı Levend’in “Ümmet Çağında Ahlak Kitaplarımız” (Türk Dili Araştırmaları Yıllığı – Belleten, Ankara 1963) başlıklı çalışmasında yer alan 230’u aşkın kitabın tamamına yakını nasihat ve mev’iza türünden eserlerdir.
Kısmen felsefî birkaç yüzeysel çalışma ise 19. ve 20. yüzyıllarda Batı etkisinde yazılmıştır. Mesela Ali Kemal’in “Ahlâk ilminin ruhu vazifedir, ahlâk ilmi vazifeler ilmidir” şeklindeki tanımı (İlm-i Ahlâk, İstanbul 1330, s. 3) Kantçı bir tanımdır. Son devir Osmanlı fikir adamlarının ahlâk yasasını mecburilik, mutlaklık, küllîlik, umumilik gibi kavramlarla nitelemeleri de (meselâ bk. Ferid [Kam], İlm-i Ahlâk, Ankara 1339-1341, s. 40-42; Abdurrahman Şeref, İlm-i Ahlâk, İstanbul 1321, s. 50; Ömer Nasuhi [Bilmen], Yüksek İslâm Ahlâkı (İstanbul 1928, s. 12-16) yine Kantçı ödev felsefesini yansıtır.
Kaynak: Farklı Bakış