Geçen hafta yazacaktım, yerim kalmadı. Bazı arkadaşlar Gazâlî hakkında yazdıklarımı yanlış anlamışlar. Ben üstadı filozofları eleştirdi diye kınamıyorum; tersine, eleştirilerinde büyük ölçüde haklı olduğunu düşünüyorum. Hatta şüphecilik ve indeterminizm gibi konularda –bize değilse de- Batı felsefesine yenilikler kattığı da biliniyor. Bu başka bir şey... Ama Gazâlî’nin, üç mesele (âlemin yaratılması, cismânî haşir ve Allah’ın ilmi) ile ilgili görüşleri sebebiyle filozofları kâfir olmakla suçlaması korkunç bir hata idi. Hem felsefî tartışma yöntemi bakımından hem de dinî bakımdan yanlıştı. Felsefî tartışma yöntemi bakımından yanlıştı; çünkü felsefede inanç yargılaması yapılamaz. Dinî bakımdan da yanlıştı; çünkü filozoflar dinin herhangi bir esasını inkâr etmiyorlardı; yorumluyor, tevil ediyorlardı.
Yine de sorunumuz Gazâlî değil, bu konularda onu eleştiren düşünürler yetiştirememiş olmamızdır.
Gazâlî, “Ene’l-hak (Ben Hakk’ım)” diyen Hallâc-ı Mansur, “Sübhânî sübhânî!..” (Kendimi tesbih ederim!..); “Mâ fi’l-cübbeti illallâh” (Cübbemin içinde sadece Allah var) diyen Bayezid-i Bitâmî gibi sufilerin sözlerini sakıncalı bulmakla birlikte, bu sufilere laf etmeyip, bu gibi sözleri istismar edenleri eleştirdi (bk. İhyâ, çev. M. Çağrıcı, İstanbul 2022, I, 57-58; Mişkâtu’l-Envâr (nşr. Afîfî), s. 57). Oysa bu sözler, dinî esaslara uygunluk bakımından filozofların üç meseledeki görüşlerine göre çok daha sorunlu idi. Buna rağmen Gazâlî “şathiye, sekr…” diyerek bu sözleri mazur göstermeye çalıştı.
Doğru da yaptı. Ama filozofları akide bakımından çok daha hafif sayılabilecek görüşlerinden dolayı kâfirlikle suçlaması onun büyüklüğüyle uyuşmuyordu. Bu suçlama, bugün de her yerde örneklerini gördüğümüz “başkalarının inançlarını yargılama konusunda kendini yetkili görme” diyebileceğimiz bir tür kibir ve despotizm tezahürüdür. Bu tavır, eski ve yeni ulemanın epeyce bir kısmında az çok var. Şimdi de önüne geleni “kâfir, din düşmanı” diye damgalayan, aynı ülkenin insanlarını –daha çok da siyasal tercihlere bakarak- “Müslümanlar ve ötekiler” diye tasnif eden anlayış, yüzyıllar öncesinden gelen zihniyetin bugüne yayılan öldürücü serpintileridir. Bu serpinti etkilerini Pakistan ve Afganistan Hanefîlerinde, hatta yer yer Türkiye’deki bazı Hanefî çevrelerde bile göstermektedir.
Böylesi boş, boş olduğu kadar da ayrıştırıcı-kırıcı-yıkıcı yollarla Müslümanlar bir yere varabilselerdi, “kâfir, zındık, ehl-i bid’at ve dalâlet” gibi ithamlarıyla bunun dik âlâsını yapan eskiler varırdı; meşhur Hanbelî âlimi Berbehârî (ö. 329/941) gibi çete oluşturup, bid’atçi dövmek için sokaklarda terör estirenler bir şeyleri başarırlardı. Osmanlı’da da onların benzerleri türemişti. İbn Teymiyye Seleficiliğinin Osmanlı’daki sesi olan Kadızâdeliler’in en etkili âlimlerinden Arap asıllı Üstüvânî Mehmed Efendi (ö. 1661), -devletin Şeyhülislâmı Zekeriyâzâde Yahya Efendi dâhil- pek çok insanı kâfir ilan etmişti.
Ama bunlar sorun çözmedi, asırlardır altından kalkamadığımız sorunlar üretti. Çünkü –şimdiki benzerleri gibi- onları da akılları, dinî-ahlâkî ilkeleri değil, duyguları ve çıkarları yönetiyordu. Keşke onlar, asırları boş işlere harcayacaklarına, İslam’ı yüceltecek bilimleri üretselerdi; toplumu bilimlere yöneltselerdi! Fakat sonuçta hâlâ yaptıkları işler, İslam’a ve Müslümanlara değil, İslam düşmanlığı üzerine fikirler geliştiren, örgütler kuran, küresel kamuoyu oluşturan İslamofobiciler’e yarıyor.
***
Bazı dostlar re’y kavramı ile akıl kavramını karıştırdığımı yazmışlar. Bu akıl - re’y konusunda tek şey söyleyeyim sadece: “Müellefe-i kulûb” (gönülleri İslam’a ısındırılmak istenenler) kesimine de zekât verilmesini emreden zâhir nas (Tevbe 60) ve Peygamber uygulaması var. Ama Hz. Ömer, daha Hz. Peygamber’den en fazla 2,5 yıl sonra “O o zamandı, şimdi durum değişti” demişti. Bu bir görüş (re’y) belirtme, dolayısıyla akıl yürütme değil miydi? Halife Hz. Ebubekir, Ömer’in bu içtihadını kabul edip uygularken, Sahabe de ona itiraz etmeyip onaylarken akıl yürütmüyorlar mıydı? Müslümanın aklını kullanmasına niye itiraz edilir, şaşıyorum. Aklı insanlara –haşa- Allah değil de şeytan mı verdi?
5./11. yüzyılın büyük Kur’an âlimi Ragıb el-Isfahânî’den bir alıntıyla bitireyim: “Aziz ve celil olan Allah’ın insanlara iki elçisi var: Birincisi içimizdedir ki, o akıl’dır; ikincisi dışımızda olup o da Peygamber’dir. İçimizdeki elçiye öncelik tanımadan dıştaki elçiden faydalanma imkânımız yoktur” (ez-Zerîʿa, Kahire 1985, s. 207).
Keşke akıl karşıtlığı yerine, akıl ile Peygamber’i böylesine yan yana koyan din anlayışı hâkim olsaydı!