Târih ve toplum, çift taraflı değerlendirme ve ilişkilendirmeleri gerektiriyor. Kutuplaşmalara takılı kalmak son derecede aldatıcı neticeler verebiliyor. Evet, kutuplaşmalar târihin satha vuran, ayrışmalı görüntülerle yüklü. Mesele şu; bu görüntülerle mi iktifâ edeceğiz; değilse daha derinlerde yatan akış veyâ geçişlere mi bakacağız ?
Elbette kolay olan ilki. Meselâ II.Genel Savaş sonrası kurulan dünyâya “Kapitalist blok -Sosyalist blok” ayırımı üzerinden bakmak son derecede rahatlatıcıdır. Bu iki kamp, 20.Asır târihinin siyâsal-ideolojik düzlemde satha vurmasını anlatıyor. Ama, yapılan daha derin çalışmalar, bu dünyânın aslında kapitalist temelli tek bir dünyâ içindeki bir işbölümünü ifâde etmiş olduğunu ortaya koyuyor. Bugün, bir zamanların Sovyet kampının, kapitalist şekillenmenin türlerinden birisi olan devlet kapitalizmini yansıtmış olduğunu biliyoruz. Bu da siyâsal-ideolojik kavgaların zihnimizdeki harâretini düşüren, onları basitleştiren, hattâ nihâî kertede manâsızlaştıran bir netice veriyor.
Siyâset, medeniyetin yüksek tansiyonlu, âteşin hâlini veriyor. Modern dünyâda ideolojiler, siyâsetin fırınlarına bol bol odun taşımış, bu harâreti arttırmıştı. İdeolojiler sönümlendikten sonra, onun yerini yaşama tarzlarıylaölçülen kültürel açılımlar aldı. Pek çok çevre, ideolojilerin sönümlenmesini bir rahatlama olarak algıladı. Lâkin öyle olmadı, Ama gördük ki, kültürel kavgalar, içerdiği husûsî yanıcı kimyalarla, siyâsal fırınların harâretini daha da arttırdı. Ama kültürel dünyâların biraz daha derinlerine indiğimizde, onlara ister çeşitlilik ve zenginlik olarak, ister yol açtığı kutuplaşmalar olarak bakalım, algıladığımız kültürel dünyâlarımızın tek tip bir kültürel yapı veyâ koda isâbet ettiğini görüyoruz. Hindistan’daki McDonald’s’da elbette inek etinden yapılan bir fast food yiyemeyiz; Pakistan’daki McDonald’s’da domuz etinden yapılan bir mâmul bulamayacağımız gibi. McDonalds üzerinden domuz eti-inek eti kavgasını istediğimiz kadar yapabiliriz. Ama nihâyetinde tüketeceğimiz fast food temelli bir McDonald’s mönüsü olacaktır. Gâliba kültürel kavgalar sâbit bir kodun içinde cereyan ediyor. Kabın içine akıtacağımız sıvının rengi üzerinden hummalı kavgalar yapıyoruz. Hiç kimsenin o kabı veyâ kodu tartıştığı yok.
Berlin Duvarı’nın yıkıldığı günleri tâkiben yaşananlar, bir zamanlar ideolojiler üzerinden baskılanan kültürel stokları açığa çıkardı. Hayâtın her alanı kültürelleşti. Bu sathî görüntünün büyüsüne kapıldık. Muazzam bir çeşitlilik, renklilik her yeri kapladı. Çok az çevre, Amerikan mahreçli bir kültür kodunun, tüketim kapitalizmi üzerinden bunları kuşattığını fark edebildi. O cümbüş içinde en büyük darbeyi dinlerin, inançların aldığını anlamadık. Dinlerin canlanması olarak postmodern sosyoloji kitaplarına giren ve sivil bir başarı olarak kutlanan olgunun aslında kültürel canlanmanın bir fonksiyonu olduğu da gözlerden kaçtı. Metafizik kopuş daha eskiydi. Bu defa kopuş ontolojik ve târihseldi. Kültürel bir olgu mertebesine indirgenmiş olan dinî hayâtlar veyâ inanç dünyâlarındaki canlanmanın aldatıcı olduğunu çok, ama çok sonraları kavrayabildik. Kültürelleşme târihsel bir zeminde yaşanmıyor, hızla, fasılasız anların tüketildiği güncel bir düzleme kayıyordu. Hâsılı ontolojik, metafizik ve tarihsel kopuşlar eş anlı olarak yaşanıyordu. Postmodern dünyânın kodları, Hindu, Budist, Hristiyan, Yahudî, Müslüman coğrafyalarında eş derecede işlemeye başladı. Daha açık ortaya koyalım; postmodern dünyâda açığa çıkan dinsel-kültürel renk cümbüşü, onu kırmaya muktedir olan “fazlalıklarından arındırılmış” hâlleriyle tüketim prizmasından geçerek târihsel zemine tek renk olarak düşüyordu.
Başlangıçta bu kültürel çiçeklenmenin hayırhah bir geleceği hazırlayacağına inanıldı. Bu inancı fişekliyen daha derindeki sebep, tüketimin ilânihaye devam edeceğine olan inançtı aslında. İnsanlık olgunlaşma ideali üzerinden çok boğucu bir tecrübenin ardından ortak tercihini yapmış, çocuklaşmakta ittifâk etmiş; âhir ömrünü toplu, ortak bir çocuklaşmanın hüküm sürdüğü, adına dünyâ denilen bir kindergarten içinde geçirmeye azmetmiş sayılabilirdi. Çocuk her zamân mâsumdur. Ama çocuklaşma öyle midir? İri gövdeli, kaslı ergenlerdir onlar aslında. Kafatasları içinde ise bir çocuk beyni taşırlar. Zamân içinde bu dev kindergarten içinde bir derin ayrışma yaşandı. Aktif ve becerikli ergenler bu bahçeden yeni teknolojiler çıkardılar. Mûcitler, güncelin önünde oldukları için her zaman bir taraflarıyla muziptirler. N. Tesla gibi dramatik figürler istisnâdır. T.Edison, B.Franklin’in portrelerini hatırlayın. Sûretlerindeki çocuksu muziplik hemen göze çarpar. Asrî zamanların mûcitleri olan garaj çocukları ise tekmil çocuk ruhludur. Sâdece sayılarına sıfır yetiştirmekte zorlandığımız yuva arkadaşlarına mütemâdiyen yeni oyuncaklar yetiştirmekle kalmıyor, hınzırca yeni bir dünyâyı inşâ ediyorlar. Tüketimi kısılan, burnundan solumaya başlayan; bu sebeple her türlü siyâsal mâceraya kolaylıkla sürülebilecek bu büyük çocuksu, ergen kültürel insanlık ise bu sürecin nesnesinden başka bir şey değil..