“Kültür”ün doğuşu
Kültür kelimesi, İngilizce konuşan diller topluluğuna 18. Yüzyıl sonrası sanayi devrimiyle girmiştir. Kökeni her ne kadar çok eskilere dayanıyorsa da, sonuçta “kültür” şeklinde söylem biçiminin sanayi devrimi ile birlikte tedavüle sokulması oldukça manidar olsa gerektir. Ancak kökenlerine doğru gidildiğinde böylesi bir sonuca varılmasının doğal olduğu farkedilecektir. Kolonize ve kült kelimeleriyle aynı kökten olan kültür kelimesi, toprağı işlemek anlamına gelir. Toprak ise yerleşikliğe, dolayısıyla da kalıcılığa işaret eder. Sömürge anlamında kullanılan kolonize kelimesi de, zaten bir işgal çeşidi olarak, bir ülkenin başka bir ülkenin topraklarına yerleşip onların yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahip olması anlamında kullanılmıştır. İspanyolların Amerika’nın kuzeyinde Kızılderililere, güneyinde ise İnka ve Mayalara karşı yaptıkları herkesçe bilinmektedir. İşte bu kolonize kelimesi, gidilen yerde bir kült/ür oluşturmayı salık verir. Artık işgal edilen ve sömürülen sadece toprak değil, tüm duygu/düşünce dünyasıdır. Sadece ülkelerine değil zihinlerine/dillerine de yerleşmiştir. Nitekim yazım sırasında işgal edilen topraklar için coğrafya belirtmek adına kullandığım Amerika kelimesi de bu kültürün sonucu olarak dillerimize pelesenk ettiğimiz bir sorundur. Orada yaşayanlarca değil orayı işgal edenlerce bir tanımlama yapılması, kültürün yani yerleşikliğin ve kalıcılığın bariz ve bir o kadar da ironik bir göstergesidir. Aynı şekilde Arap-İslam dünyasını konuşurken kullandığımız Orta Doğu kelimesi de bu kültürel atmosferin bir neticesidir. Öyle yerleşmiştir ki artık doğal görülmekte, ilk sahiplerinin ve ilk anlamlarının öyle olduğu sanılmaktadır. Bu yüzden de farkedilmemekte ve değiştirilmeye de gerek duyulmamaktadır. Bu bağlamda kültür, kökenindeki kült kelimesini de içine alarak, aslında hayatın kendisi olan ed-Din’in yerini almakta, din adına bir kült/ür ihdas edilerek dinin kendisini de yapıbozumuna uğratmaktadır. Bu yüzden de dine bir kült/ür düzeyinde bakılması ve “din kültürü” kelimesinin kullanılması revaçtadır.
Böylesi olumsuz bir düzlemde kültür kelimesi, dilimize ilk defa Ziya Gökalp tarafından, kökeninde bulunan “toprağı işlemek” adına, üstelik Kur’an’dan da referans alınacak derecede bir fecaatla “hars” kelimesiyle karşılanmış ve olumlanmıştır. Her ne kadar sonraları “hars” kelimesi pek makbule geçmemiş, kullanılamaması yüzünden bizzat kültür kelimesinin kendisi kullanılır olsa da, her hâlükârda kelimenin asli anlamı ve tarihsel süreci hep ıskalanmıştır. Zaman zaman hikmet ya da irfan kelimeleriyle karşılanmaya çalışılan kültür kelimesi, özünde saklı olan kolonize ve kült ile ilişkisini hiç bozmadan, oldukça sinsi bir biçimde masumane görünerek, gerek zihnimizde gerek dilimizde kendini hep korumaya almıştır. Bu sadece Müslüman toplumlar için değil, Hint, Çin, Afrika gibi tüm ülkelerde geçerli hale gelmiştir. O kadar ironik ve çelişik biçimde kendini göstermiştir ki, kelimenin kendisine ve içeriğine taraftar olurken, diğer yandan bunları üretenlere karşı bir reddiye geliştirilmiştir. Kolonyal dönemlerde belki de zorbalığın en üst seviyelerinden dolayı anlaşılır görülse de, post-kolonyal dönemde dahi devam etmesi, neye karşı ve neye taraftar olunduğu hususunu karmaşık hale getirmiştir. Dolayısıyla da reddiye söylemleri her zaman için romantik ve retorik düzlemde kalmıştır. Namık Kemal’in Renan Müdafaanamesi ile Mehmet Akif’in ahlak-teknik ilişkisine dair açıklamalarından tutun, günümüzdeki birçok “aydın ve yazar”ın batı-dışı modernlik arayışları ve açıklamalarına kadar hepsinde bu tutarsızlık bariz bir biçimde görülmektedir. Bir taraftan Asrı saadet özlemi ile nostalji yapan bu kesim, diğer taraftan çağdaş batılı değerlere hoşamedi bir yaklaşım sergilemektedir. Bir taraftan mesihi bir ütopya içerisinde “İslam Devleti” hayalleri kurulurken, başka bir taraftan da liberal çizgiye yaklaşmaktan geri durmamaktadır.
Sanatın icadı
Sanat kelimesi Arapça olup yaratıcılığa dolayısıyla beceriye, mahirliğe işaret eder. Nitekim kelimenin Latincesi olan “art” da aynı anlam yumağı içinde doğmuştur. Ancak bu kelimenin işaret ettiği anlamdaki yaratıcılık ve beceri, özellikle Rönesans sonrasında özel bir alana işaret eder olmuş ve bütünlüğünü kaybetmiştir. Batı düşüncesinde/sanatında oluşan bu ayrıksı durum, biraz önce bahsettiğim kültür kelimesinin tedavüle sokulup yerleşik hal almasının tezahürü olarak, tüm dünyaya yayılmış ve öylece kabul görülür olmuştur. Sanat kelimesi aslında kadim dünyada her alan için geçerli bir uğraşı ifade eden kelimelerdendi. Hatta Yunancada bile bugünkü sanat kelimesini karşılayacak bir kelime yoktu. Onun yerine teknik anlamına gelen bir kelime vardır ki, doğa anlamına gelen fizikten elde edilen yaratıcı ve başarılı hamleler olarak değerlendirildi. Türkçemize de asli itibarıyla giren bu kelime, kadınlarımızın hamur işlerinde ya da duvar ustalarının harç işlerinde kullandığı kabın adı olarak, tekne biçiminde bilinir. Bu anlamda tekne hem işlemin adı hem de yeri olarak dilimize yer eder. Bu işlemde esas olan iki noktadan biri başlangıç açısından yapanın ustalığına işaret ederken, diğer noktayı da sonuç itibarıyla alıcının ihtiyacını imler. Bu haliyle eskilerin zanaat dedikleri bugünün meslek uygulamaları da teknik adı altında kullanılan ve sanatla birlikteliğini vurgulayan bir alanı çağrıştırır. Nitekim “fen” kelimesi de bu teknik biçime işaret için bir zamanlar sanat yerine kullanılmaktaydı. Çömlekçi de bir sanatkardı, çömleğin üstüne resim yapan da. Alanı ve malzemesi ne olursa olsun esas olan ise her zaman ihtiyaç ve ustalık idi. Kimse süs için çömlek yapmadığı gibi duvara asmak için tablo da yapmazdı. Tabi ki yapanların becerisine göre sanatkar olup olmadığı anlaşılırdı. Bu da kaliteyi belirlerdi.
İlkin sanat ile zanaat birbirinden ayırt edildi, Batı düşüncesinde tüm dikotomilerin oluşmasındaki serüvenin bir sonucu olarak. Sonra da sanat ile edebiyat birbirinden ayırt edildi. Derken sanat, bugün adına “güzel sanatlar” denilen resim ve heykele indirgendi. Sonraları “sahne sanatları” adı altında tiyatro ve “ses sanatları” altında müzik/opera da bu isim altında toplanmaya layık görülerek büyük harfle yazılan Sanat icad edilmiştir. Başına modern kelimesi de getirilen bu anlayış, klasik çizgiden koptuğunun ve özel bir alana, anlama sığdırıldığını açıkça ilan etmiştir. Sanatın bu keskin çıkışı beraberinde birçok sorunu getirse de, sonuçta büyük harfli “Sanat” varlığını bir şekilde korumuş ve bugüne değin gelmiştir. Arkasına hep ne idüğü belirsiz estetik kelimesini alarak özel konuma yerleşen Sanat, bir kültür konusu haline gelerek, yaratıcısını yani sanatçıyı da da aşkın bir boyutta göstererek kültürle birlikte anılan bir denklem oluşturmuştur. Öyle ki kültür kelimesi sanattan, sanat işlevi ise kültürden bağımsız düşünülememiştir.
Etkinlik ve dergicilik
Bugün gerek Müslüman dünyada gerek Batı sanat ve düşüncesinin hakim olduğu diğer coğrafyalarda kültür adı verilen çalışmalar da, sanatsal yaratımlar da tamamen bahsi geçen bu serüvenin sonucundaki anlayış üzerine konumlandırılır. Göğsünü gere gere “kültür-sanat” politikalarından, etkinliklerinden, dergiciliklerinden söz edilir. Şecaat arzederken sirkatin söyleyen hırsız misali, sömürgeleştirilmiş tüm dünyada bir övgü kaynağıdır bu anlam ve çaba. Öyle ki eksikliği hissedildiğinde de hemen eleştiriler yoğunlaşır.
Tabi sarkacın diğer tarafında ise başından beridir tamamen bu işlere karşı olan, bu tür edimlerin “bizi bozduğu”nu iddia eden başka bir kesim daha bulunmaktadır. Bu yüzden sarkaç kelimesini özellikle kullandım ki aslında zıt gibi görünen bu iki kutbun sonuçta aynı salınımda olduğunu ve aynı zaman için sallandığını, aynı saat dilimini çaldığını göstermiş olmaktayım. Bir taraftan balenin operanın oratoryumun islamicesi için çırpınan güzergah, diğer taraftan adı ne olursa olsun ve nerden gelirse gelsin tüm asrı saadet sonrası edimleri sonuçta bidat olarak telakki eden bir yapı var karşımızda. Batının kültür adına dilimize ve zihnimize yerleşmesi neticesinde “ne olursa gider” anlayışının hüküm ferma oluşu, kelimeyi arapçalaştırışınca meşrulaştırılacağını ve batılı kelimenin içinde barındırdığı anlam dağarcığının böylece giderileceği zehabına kapılan islamileştirici grubu öne çıkarmıştır. Bu kesim, hikmeti ya da irfanı kültür adına kullanmakta ya da kelimenin kendisine değil kullanana bakılması önerisiyle “bak kuş geçiyor “misali hokkabazlıklarla uyanık geçindiğini sanmaktadır. Tüm bunları islamilik endişesiyle yaparken kültür adına nelerin yerleştiğini ve ne tür ürünler verdiğini asla farkedememektedir. Tabi ki mesele kelimenin kendisi değildir. Tabi ki sözde ve yazıda anlam yoktur. Ancak anlam da sonuçta, kökeninde bulunan ve sınır anlamına gelen an ile özel bir mahiyet taşır. Sizin durduğunuz ve baktığınız yeri imler.
Aynı şekilde “bizi bozar “endişesiyle her tür anlayış ve uygulayışa karşı duran kişiler de durduğu yerin zamanla eriyeceğini farkedemeyerek hala sabit kaldığı zehabıyla karşı çıktığını tüketmeye başlayan ironik bir cepheye salınır. Yaşadıkları ile yaşamak istedikleri arasında gidip gelinirken her seferinde Nasreddin Hocanın, karpuzuna bevleden eşeğe kızarken “burasına değdi ama burasına değmedi” diyerek yemesi ve sonunda tümden bitirmesi gibi bir duruma düşer. Kısacası mesele karşı olmak ya da kabullenmek değil, neyin niçin nasıl yapılması gerektiği hususunda ilim irfan hikmet sahibi olabilmektir.
Özellikle de Türkiye’deki Müslümanlar, biri öylece kendi adıyla kalan kültür, diğeri de arapçalaştırılarak meşrulaştırılan medeniyet sevdasıyla, özellikle de 80 sonrasında bir etkinlik ve dergicilik faaliyetine girdi. Zaten uhdesinde her zaman bu tür işlere karşı durduğu mesafe ile cumhuriyetçi kanadın elitist bakışaçısıyla tekeline aldığı; alması neyse de sonuçta batının, o da kötü bir taklidinden öteye gitmediği kültür-sanat etkinliklerinin müslüman ahaliyi dönüştürücü bir unsur olarak kullanması arasındaki iki tür gerginliği hep içinde taşıyarak ve yaşayarak bu işlere el attığında komedi ötesi bir kitch sergiledi. Halen de sergilemeye devam ettiği üzere, gerek etkinliklerinde gerekse eserlerinde biraz vatan-millet, biraz din-iman sosu ile zevahiri kurtardığını düşünmesi bundandır. Hele de önce belediyelerde Refah Partisi, çok sonra da hükümette AKP başarısı ile bu işlere el atan ve icraatlar gerçekleştirmeye çalışan bu zevat, biçimine, yöntemine, kökenine hiç bakmaksızın, şişeye doldurulan şarabı döküp yerine ayran koyması ile her şeyin bittiğini zannetti. Şişenin içindeki sıvının şişenin kalıbını alacağını, o kalıbın da zamanla elimizde/elimizle, dilimizde/dilimizle, gözümüzde/gözümüzle kendimizi/n/de aynı şişe biçimine sokulup raflara kaldırılacağımızı hiç düşünmedi. Hala seküler Atatürkçü Cumhuriyetçi/elitist kesime göz kırpma ve onlardan meşruiyet alma kompleksine kapılmasının sebebi de aslında budur. Hiçbir numara bilmeyenler, aslında hiçbir numarası olmayanlardan icazet alma peşinde. Bunun yanında zaten baştan beridir karşı duran ve “biz demiştik” tavırlarına bürünen selefi kesim, üstüne sinmiş onca kokudan habersiz bir biçimde kendini cam fanusa yerleştirmeye devam etmekte.
80 sonrası dergicilikte, özellikle hem o darbe sonrası ağır şartlar hem de baştan beridir arzetmeye çalıştığım sendromlar olduğu halde, kanaatimce tek istisna, Adnan Tekşen yönetiminde ortaya çıkan İlim ve Sanat dergisi özel bir yerde durur. Öyle ki o günün şartları ile karşılaştırıldığında bugünün imkan bolluğuna ve konu çokluğuna rağmen, sadece ele aldığı konular ve içeriğiyle değil, asıl anlatmaya çalıştığım felsefi derinlik ve kök meselesi açısından önemli bir bakışaçısı kazandırmıştır. Ne yazık ki kısa süren bu heyecana bir daha uzun bir süre ulaşılamamıştır. Günümüzde oldukça yaygın olan “kültür-sanat” dergiciliği, maalesef hala bahsi geçen duyarlığın farkında bile değil. Bugünler içinse belki de tek istisna olarak Dergah dergisini söyleyebilirim. İsminin güzelliğine ve çağrışımlarının özelliğine rağmen alt başlığında bulunan “kültür-sanat-edebiyat” nitelemesinden hiç hazzetmememe ve ismiyle çelişik bulmama rağmen derginin uzun soluklu olması ve gerçekten de yer edinmesi açısından sağlıklı bir çıkış olarak değerlendirilebilir.
Burada yapmak istediğimiz kimi dergilere güzelleme kimi dergilere de eleştiri yapmak değildir elbette. “Hiç yok mu?” sorusuna muhatap olacağımı düşündüğüm için iki farklı dönemden, biri kapanan diğeri de devam eden iki dergi ismi vermem, bu kanayan yaraya hiç değilse parmak basıldığını göstererek umut bahşetme sebebiyledir. Ancak asıl derdim şu ya da bu dergiyi ele almaktan ziyade, “hür tefekkürün kaleleri” olarak nitelendirilen dergilerin hür olmadığı gibi tefekkür içermediğini göstermektir. Evet bir kaledir, kelimenin ilk anlamıyla; içine kapanmış, bir savunma hattı oluşturmuş ama kuşatma karşısında elindeki son barutu da son lokmayı da bitirdiği için bari içindekilerin öldürülmeden ve de tutsak edilmeden serbest bırakılmasını isteyen bir kale gibi. Serbest kaldığında başıboş olacağı içindir ki, belki de anlaşmayı, “kaleyi alırken bizi de aranıza alın” der gibi mahzun bir bakış sergiliyor. Ben bu garnizon mantığı zihniyet ve dergi türünden etkinlik/eserlere karşılık galaksi mantığını öneririm. Galakside onlarca yıldız ve gezegen bulunmakta. Kendi zaviyemizden baktığımızda içinde bir nokta bile değiliz. Üstelik galakside yer çok, bu yüzden herkese fazlasıyla yer var.
Kaynak: Özgün İrade Dergisi 2019 Aralık Sayısı