Siyasal düşünceler genellikle revaçta olan siyasi anlayış çerçevesinde şekillenir. Kimi düşünürler dönemin siyasi anlayışına, politik uygulamalarına karşı çıkan teoriler ileri sürer ve zamansal döngüye farklılık katar. Kürtler “siyasal olan” ve “siyasal kavramı”nın anlamından oldukça uzak bir yerde durmaktalar ve bu kavramlara yükledikleri anlamlar günümüz ruhunun çok ötesinde bir bağlamda. Söz konusu tartışmayı daha anlaşılır kılmak için dönemin siyasi, tarihi ve uluslararası gelişmelere değinmek gerekir. Son tahlilde ise siyasalın otonomluğu bağlamında formüle etmek istediğimiz “karar vericilik” kavramının anlamı üzerinde de durmaya çalışacağız
Carl Schmtt’in sıkça kullandığı kavramlardan biri de “desizyonizm” kavramıdır. Nedir desizyonizm? Desizyonizm, Batı dilinde “karar” demek”. Yani bir ulusun kendi iradesini ve kabiliyetini ortaya koymada karar yetkisine sahip olmasıdır. Kürtlerin politik kavrayışında ya da yaşadıkları olay ve olgular karşısında yerini tayin etmek oldukça zordur. En basit ifadeyle Kürt politik akıl, siyaset formasyonundan üzerinde yorum yapabilecek kadar somut argümanatif bir çalışma düzenine sahip değildir. İlk kabul edilmesi gereken de bu duruma dair eleştirel bir tartışmanın sınırlarını belirlemek olacaktır.
Öyle ki bu çalışmanın temel iddiası da, bu krizi/fikri kritik etmektir. Temel tezlerden hareketle şunu söyleyebiliriz: Kürt siyasal aklın, coğrafyasında geçekleşen olaylar karşısındaki tutumu klasik oldubittiye indirgenemeyeceğidir. Kürtlerin tüm politik olan deneyimlerinin de ötesinde esas düzlemde coğrafya merkezli bir iktidar ve siyaset felsefesi geliştiremediği savlanabilir. Bu çerçevede siyasal yönetimin üzerine oturduğu politik tözü ve iktidarı kullanış biçimi önemlilik gösterir. O halde, denilebilir ki, Kürt politik ideası iktidara ilişkin düzlemde somut bir yasa ve hukuk deneyimi sunamamaktadır. Kürt siyasi oluştaki yönetim/iktidara ilişkin olan “normatif” ve “karar vericilik” taraf az bir yer kaplamaktadır.
Kritiği yapılacak konunun muğlak bir tarihsel döngüye hapsolması ve günümüz siyaset sahnesinde nasıl bir rol üstleneceği bazı zorluklar içermektedir. Birincisi, Kürt siyaseti kavramının somut olarak normatif, tarihsel, sosyolojik ve epistemolojik bir anlam kazanarak karşı bir kavrama dönüşememesidir. İkincisi, siyasetin coğrafi ya da ulusal kimliğine ilişkin vurgu eksikliğidir. Peki, tüm bu zorlu alanın ortasında Kürt siyaseti kavramına nasıl bir rol vermek gerekmektedir? Bu terimin coğrafi ulusal kimliğine özgü siyasal göndermelerin temel izleklerine nasıl ulaşılabilir? Bu doğrultuda bir dizi tarihsel olaylara bakmakta fayda var.
Kürtlerin ciddi bir kriz yaşadığı çok aşikârdır. Kürtler otokton bir halk ve teritoryal anlamda güçlü bir toplumsal, siyasal dinamizme sahip olmalarına rağmen ulusal temelde varoluşsal sorun yaşamaktadırlar. Platon Akdeniz’deki Yunan varlığını tasvir etmek için Phaidon’da “denizin kıyısında, bir göletin çevresindeki kurbağalar veya karıncalar gibiyiz,” der (Umberto Eco, Antik Yunan, Alfa Yay. s. 76). Bu bize coğrafi mekândan politik mekâna geçişte ulusların üzerinde yaşadığı coğrafya ile ilişkilenmesinin ne denli önemli olduğunu gösterir. Bilhassa ulusun (ethos) kimlik oluşturma sürecine eşlik eden din, tarih, kültür, eko-politik ve siyasal kurumlar gibi sahip olunan çoğul dinamiklerin/kuramsal araçların belirleyici olduğunu söylemek yerinde olur. Bu çerçevede ulusların mücadele mekaniğinde toprak-yurt ile ilişkisi son derece önemlilik arz eden konuların başında gelir. Zira politik ve kültürel gelişim, düşünce faaliyeti varlığını içinde doğup geliştiği mekâna borçludur. Bu nedenle denilebilir ki Mekân ve politika arasındaki ilişki tinsel bir ilişkidir.
Kürtlerin siyaset sahnesinde mevcut kavramları yeniden sorgulaması gerektiğine inanarak açık bir şekilde söylersek; “siyasal nedir”, “devlet nedir”, mekân nedir, siyaset nedir gibi sorulara anlamlı tarzda yanıtlar bulmaya çabalamak tarihte başlayan ve günümüze değin süren politik krizin doğasını ve yanı sıra, “kendi bilincinde olma ilkesi”ni anlamamızı sağlayacaktır. Bu anlayış politik bir eylem olarak Kürt tarihi bilincinin merkezinde yer alır. Öyle ki ulus ile siyaseti birbirinden ayırmak imkânsızdır. Bu temel üzerinde siyaset kollektif olmakla beraber uluslaşmaya dayalı bir eylemdir. Diğer bir ifadeyle bir ulusun kendi bilincinde olma anlayışı bölünmüş Kürtleri uluslaşma çerçevesinde kollektif olarak birleştirmek açısından mümkün olacaktır.
Lefebvre’ye göre, “mekânın üretimi varsa, tarih de vardır.” (Lefebvre, 2014: 75) Siyasal düşünceler mekânın varlığı üzerinden gelişir; bununla birlikte, insan eylemelerine ve onların etkin-kurucu rolüne ilişkin tarih, ancak ve sadece gelecek ve gelecekte olacaklar açısından mekânda gelişir. Bu anlamıyla mekân-siyaset ve mekân-tarih arasındaki ilişki ontolojik temelde dolaylı-dolaysız ulusun tinsel ilerleme düşüncesiyle ilintilidir. Tarihi tarih yapan şey, özgürlük ve yasallığın birliği ise, tarihin içinde gerçekleştiği, geliştiği ve anlam kazandığı mekân ise bu hukukiliğin/yasallığın evidir.
Günümüz ifadesiyle kavramsal anlamda ulusal düşüncenin oluşumu bu noktada önem kazanıyor. Bu konuda ilk akla gelen ulusların toprak, tarih ve coğrafya merkezli politik bir meşruiyet elde etmesidir. Bu nedenle coğrafya bütün çağlarda siyasi olanı belirleyen önemli bir aktördür. Kürt tarihi de baştan itibaren söz konusu coğrafi etmenlerin baskısı altında kalmıştır. Bu konum yüzünden Kürtler yüzyıllar boyunca iki güçlü ulusun çatışma alanında birçok problemle karşı karşıya kaldılar. Çünkü Kürt coğrafyası Osmanlı ve Safeviler gibi iki imparatorluk gücünün paylaşımı arasında yer almaktadır. Kürtler salt coğrafi bölünmelere değil, aynı şekilde arasına sıkışıp kaldıkları egemen ulusların dini, mezhebi ve kültürel kimlikleri konusunda da bölünmeler yaşadı.
O halde bu konuda öne çıkan genel kanı “Kürt sorunu”nun bir hegemonya sorunu olduğu yönündedir. Tarihsel çatışmalara, merkeziyetçi siyasal ve toplumsal ilişkilere, aynı zamanda sosyoloji ve tarihte bazı klasik temalar hesaplandığında doğal olarak bu düşüncenin esas alındığı görülür. Bu da bizi doğrudan asıl konumuza getirmektedir. Bölünerek pay edilen sadece coğrafya değil, aynı zamanda bizatihi Kürtlerin kendisidir. Yani Kürtlerin, kendilerini yöneten hegemonik ulusların Kürt olmayan yurttaşı ve bir ulus olarak siyasal/idari temsiliyeti ve hatta meşruiyeti olmayan bir toplum haline gelmeleridir. Belki de fazla ileri gidip bu bölünmenin, Kürtler açısından varoluşsal bir bölünme olduğunu söyleyebiliriz.
Kürtler önce ikiye ve ardından dörde bölünerek teritoryal anlamda ulusal modalite ile bağlarında ciddi kırılmalar yaşadılar. Kürtlere yönelik politikalar bununla sınırlı kalmadı mezhebi, dini ve ideolojik bölünmeler daha karmaşık sorunların ortaya çıkmasını tetikledi ve politik model ve kişilik olarak Kürtler bir dini retorik şeklinde sosyal-siyasal yaşayışlarına yansıyan “tarih teolojisi” veya “ilahi takdir” adına ortak din, mezhep ve ideolojiler üzerinden topraklarından koparılarak yurtsuzlaştırıldılar.
Kürtlerin maruz kaldıkları bu parçalanmışlığı modern kavrayışımızı şekillendiren etkenler çerçevesinde düşünüldüğünde iki yüz yıllık bir dönemi içerse de kökleri itibarıyla çok daha eskilere uzanır. Bir başka deyişle bu temanın eleştirisi birkaç çağ ötesine gider. Bunun Kürtlerin kaderi için ne kadar kötü sonuçlar doğurduğu herkes tarafından bilinmektedir. Diğer uluslarda dini, mezhebi ve siyasal düşünceler toplumsal bölünmüşlük ve parçalanmışlığın önüne geçerek ulusun bütünlüğünü sağlarken, Kürtlerde tam aksine kimlik ve yanı sıra sahip oldukları toprağın bölünmesini kışkırtan bir karakter sergiler. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, Kürt kültürü olarak bilinen şeylerin büyük çoğunluğu egemenliği altında yaşayan ulusların baskın kültürüne özgüdür.
Kürtler tek bir merkezden değil birçok merkezden doğrudan yönetiliyordu; ayrıca artık bir değil birkaç mezhep, merkezi otorite ve siyasal düşünce tarafından idare ediliyorlardı. Batı’daki Protestanlar ve Katolikler arasındaki gerilimin bir benzeri Kürtleri yöneten imparatorluklarda ve daha sonrasında merkezi hükümetlerde baş gösterir. Kürtler öncelikle İslamcılığın yanı sıra mezhepçiliğin politik entrikaları ve ardından sekülerleşmenin modernist hezeyanlarıyla avutulmaya itildiler ve kendilerini yöneten imparatorlukların sınır antlaşmalarına, dini ve siyasi ortaklıklarına ve sonrasında ulus devletlerin monist otoriter devlet anlayışına bağımlı hale gelmiş oldular. Bu da Kürtleri uluslararası gelişmelerin dışında bırakmış oldu. Daha doğrusu kaderlerine ilişkin politik, kültürel, hukuki ve dini kararları artık Kürtler değil diğer ulusalar veriyordu.
Bölgenin egemen ulus devletleri topraklarını genişletme politikaları güderken, Kürt politik öncüler reformasyon yerine mezhebi ve iktidar çatışmaları arasında kanlı iç savaşlara tanıklık ediyordu. Osmanlı-Safevi rekabeti Kürt coğrafyasının bu iki güç tarafından paylaşılmasına yarıyordu. Kürtler uzun bir dönem iki imparatorluktan biri diğerini alt edecek, gücüne son verecek veya diğerini imparatorluğun dışına atacak algısıyla jeo-stratejik- jeo-politik bir sonuç elde edeceklerine inanıyordu. Oysa her savaş sonrası imzalanan yeni bir antlaşma, konsensüs ve ittifak yanılsaması Kürt coğrafyasının paylaşımıyla, siyasal bir sınırın yokluğuyla ve Kürtlerin geleceğini ve politik egemenliğini tehlikeye atabilecek bambaşka bir şekilde sonuçlanıyordu.
Bir başka deyişle iki güç arasındaki savaş ve barış, Kürtlerin çöküşü ve yerel örgütlenmelerin yıkılması anlamına geliyordu. Zira bu boşluk, Kürtleri kendine eklemleyebilmeleri için gereken işgal alanını belirliyordu. Bugünlerde can alıcı sorun, siyasal olarak Kürt politikasına gerçek bir itici güç kazandırma yeteneğini içeren siyasalın yahut mücadele mekaniğinin nasıl kurulacağı yönündedir.
Söz konusu tarihi kırılma, erken dönemden tutun da günümüze değin arka planda işleyen, işledikçe de ulusal bilinçle ortaya çıkan yeni bu tarihsel devinimle birlikte etnik/ulusal iradenin tarihi olgu ve olaylarda etkin, müdahaleci ve kendi kendini inşa eden gerçekliğini yeniden düşündüğü söylenebilir. Haliyle tarih salt bir anlatım değil, özgürlük bilincinin ilerlemesi ve gelişmesinde de önemli bir dinamizmdir. Daha doğrusu, tarih sadece verili olan şeyden yola çıkmaz, tersine verilmiş olanı çekip alır ve onu özgürlük ilişkisi üzerinden anlamaya/anlamlandırmaya çalışır. Bu ise tarihin “tin”i veya “tinin doğası” ifadesinde bulur kendini. Bu da bize “politik olan”ın ontolojisi hakkında ipuçları verir.
Kürtlerin siyasi tarih anlayışındaki ”tarih teolojisi” üzerinden inşa etmeye çalıştıkları “devlet kötüdür” savı ya da tarihsel sürece yabancılaşmaları, onları yeterince depolitize eder ve “siyasi olan”a ilişkin ne varsa söküme uğrar. Böylelikle Kürtler yönetim merkezli tarih yapıcı ulus olmaktan çıkarak egemen ulusların siyasi tarih düzeni-anlayışı içinde yönetimsiz bir ulus olma durumuna gelmiş oldular. Siyasetin nötr bir çerçeve içinde düşünülmesi ve devlet aygıtı gibi bir siyasal kavramın içini boşaltmak veya aynı şekilde “devlet” gibi siyasal bir güç konusunda Kürtlerin iç politikada kurucu irade/iktidar karşısında nötr bir tutum gütmesi affedilemeyecek tarihi bir hata oldu/olmaktadır.
Denilebilir ki, Kürtler “politik olan”a özgü özne merkezli idari bir yapı oluşturamadıkları gibi, hakîm ulus devletlerin baskıcı politikalarına karşı modern bir siyasal düşünce üretemediler, bunun sonucunda da Türkiye ve İran merkezli siyasal kozmolojinin dışına çıkamamış oldular. Kuşkusuz Kürtlerin yönetimsiz geçirdiği bu dönemlerde yaşanan değişimler dikkate alındığında daha vahim sonuçlara ulaşılır. Teoloji-politik hakimiyetin siyasal bir otorite olarak güç kazanması Kürtleri bambaşka hayallere sürükler ve egemenliği altında yaşadıkları ulusların hakimiyetini pekiştiren ütopik politikalar izlenir. Böylece Kürtler diğer ulusların bir mücadele ve çatışma dinamiğine evrilir. Bir mıknatıs çubuğu olarak tarih, din, toprak ve egemenlik gibi siyasala ilişkin ulus ve yönetim merkezli kavramlar kendileri için bir amaç olmaktan çıkarak diğer uluslardan kabul görmeyi amaçlayan ve gelecek çıkarlarını savunan hatta siyasal otoriteyi destekleyen bir kaldıraça evrilir.
Kürtler, yönetim-kurucu iktidar gibi güçlü bir teoriden yoksunlar. Bu yoksunluk kendini yönetmeyi, güçlü bir figür olarak merkeze koyan ve modernleşmeyle beraber ortaya çıkan ulus devletler karşısında birliği sağlayabilecek; şiddet ve kaosun önünü alabilecek, siyasal boşluğu doldurabilecek bir politik formülasyondan da yoksun olduklarını gösterir. Boşluğun derinleşmesi Kürtlerin siyasal alan üzerindeki hakimiyetini ve meşruiyetini yitirmeleriyle sonuçlanır. Buna mukabil Kürtler ulus-altı tanımlamalarla “resmi/ kurucu ideolji”nin veya “kurucu irade”nin iç politik menzilinde yer almakla kalmazlar, siyasal ve coğrafi egemenliğin belirleyici olduğu iç-dış politikada her türlü güç ilişkilerinin altında yer alırlar.
Alman şair Thedor Körner’in,
“Her şeyden daha harika olan Alman yurdu
Senin meşe ağaçların duruyor, ama sen düşmüşsün” Dizeleri çok şey anlatıyor…
Kaynak: Farklı Bakış