Tarih: 16.11.2020 13:07

Koronavirüs Krizi ve Su Yüzüne Çıkan Eğitimsel Gerçekler-2

Facebook Twitter Linked-in

Koronavirüs salgını gibi bizdeki okul ve sınıf ortamı da olağanüstülüklerle dolu olduğu ve hayatın olağan akışına uygun bir eğitim ortamı tasarlanamadığı için okullar tatil olduğu ve öğretmenlerle görüşemedikleri için öğrenciler hayatlarından gayet memnun görünmektedir

Geçen sayıdan devam…

Öğrencilerin Okula Yönelik Tutumlar

“Tutum” kelimesi psikolojik bir kavram olarak hissedilen duygu ve eğilim anlamında kullanılmaktadır. Bu yönüyle öğrencilerin okulu sevmesi, okula gitmeyi istemesi, öğretmenine özlem duyması, okulun ve öğretmenlerin eksikliğini hissetmesi, arkadaş ortamını araması şeklinde özetlenecek anlamları kapsamaktadır. Bu başlık altında bu anlamların öğrenciler açısından ne kadar önemli, kaçınılmaz ve istenen bir durum olduğunun sorgulanması amaçlanmaktadır. 2020 Mart ayının üçüncü haftasından itibaren salgın riskinden dolayı okullar tatil edildiği için 2020 Eylül itibariyle yaklaşıl altı aydır öğrenciler okullarına gitmemektedir. Bahar dönemi eğitim öğretim yapılamadığı gibi salgının yayılma hızındaki artışa bakıldığında güz dönemi de okulların yüz yüze eğitime başlaması mümkün görünmemektedir. Yüz yüze eğitim yapılamadığı için telafi etme adına uzaktan öğreti yapılmaya çalışılmaktadır. Burada sorulması gereken en temel soru şudur:

Aylardır okula gidemeyen öğrenciler okulu ve öğretmenlerini ne kadar özlediler?

Okulun eksikliğini ne kadar hissettiler? Okulların açılmasını heyecanla bekliyorlar mı?

Bu soruların cevapların bizler için hayati derecede önem taşımaktadır. Çünkü öğrenciler hayatın en dinamik döneminde (5-23 yaş) ve günün en verimli zamanında (09.00-15.00) okula devam etmekte, okulun ve öğretmenlerin etkisinde hayatlarını şekillendirmektedir. Çalışan anne babaların yoğunluğu ile evde uyku için geçirilen zaman da hesap edildiğinde öğrenciler anne babalarıyla geçirdikleri zamandan daha fazlasını sınıfta, okulda ve öğretmenleriyle geçirmektedir. Öğrenciler bu kadar yoğun ve uzun süreli bir iletişim içerisinde oldukları okul ve sınıf ortamı ile öğretmenlerine özlem duymuyorlarsa, arayış içerisine girmiyorlarsa ve bunun eksikliğini hissetmiyorlarsa burada ciddi bir problem var demektir. Problem öğrencilerle ilgili değildir; eğitim sistemi, okul ve sınıf ortamı, öğretmenler ve sınıfta yapılanlarla ilgilidir. Yıl içerisinde ortalama 180 gün boyunca hayatın en dinamik döneminde ve günün en verimli zamanında devam edilen okul ve sınıf ortamı bir anda yok olduğunda, benzer şekilde neredeyse anne baba kadar sık görüşülen öğretmenlerle bir anda iletişim kesildiğinde bir boşluk oluşması gerekmez mi? Öğrencilerin okulu, sınıfı ve öğretmenleri özlemesi beklenmez mi? Normal şartlar altında bir boşluk oluşması gerekir ve öğrencilerin bir arayış içerisine girmesi beklenir. Ancak koronavirüs salgını gibi bizdeki okul ve sınıf ortamı da olağanüstülüklerle dolu olduğu ve hayatın olağan akışına uygun bir eğitim ortamı tasarlanamadığı için okullar tatil olduğu ve öğretmenlerle görüşemedikleri için öğrenciler hayatlarından gayet memnun görünmektedir. Burada durulması ve eğitim sistemi açısından düşünülmesi gereken hayati noktalar bulunmaktadır. Öğrenciler okulu niçin sevmiyor? Sınıfı ve öğretmeni için niçin yanıp tutuşmuyor? Okulların bir an önce açılması beklentisi içerisine niçin girmiyor? Bu soruların cevabı okullarda yapılanlar ve öğrenci-öğretmen iletişiminin niteliğiyle ilgilidir. Olağanüstü bir dönemde öğrenciler aylarca okuldan ve öğretmenlerinde uzak kalıyorsa, bunun özlemini ve eksikliğini hissederek bir arayış içerisine girmiyorsa okulda yapılanların ciddi bir şekilde sorgulanması gerekmektedir. Duygusal özelliklerin baskın olduğu çocukluk döneminde öğrenciler okula ve öğretmenlerine yönelik duygusal bir arayış içerisine girmiyorlarsa normal zamanlarda okullarda yapılanların öğrencilere hitap etmediği şeklinde bir sonuç çıkarılamaz mı? Kendilerine hitap etmeyen bir eğitim ortamında bulunmak zorunda kalan öğrencilerin olağanüstü bir dönemde bunu bir fırsat gibi görerek okuldan tamamıyla uzaklaşma eğilimi içerisine girmesi ülkemizdeki eğitim politikaları açısından üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Öğrencilerin mutlu olmadığı ve severek gitmediği bir ortamdan fırsat buldukları an tamamen uzaklaştıkları bir durum ile karşı karşıyayız. Kendi gözlemlerim, çevremden duyduklarım ve öğretmenlerle ikili sohbetlerden edindiğim bilgiler öğrencilerin büyük bir çoğunluğunda bu ruh hali ve duygu dünyasının egemen olduğunu göstermektedir. Bu konuda akademik çalışmalara ihtiyaç duyulmaktadır. Koronavirüs salgınının ortaya çıkardığı bu gerçeğin sorgulanması, irdelenmesi ve ciddi bir şekilde araştırmalara konu olması bir zorunluluktur. Normal zamanlarda, sınıf ortamında yüz yüze gerçekleştiremediğimiz eğitim öğretimi uzaktan öğretimle başarmak gibi bir hayal etrafında dönmek yerine ortaya çıkan bu durumun irdelenmesi gerekmektedir. Eğitim politikalarının bu noktada yeniden düşünülmesi, sistemin yeniden tasarlanması, önceliklere karar verilmesi ve öğrencilere hitap edebilecek adımların atılması gerekmektedir. Gelişim dönemleri itibariyle duygusal özellikleri baskın olan öğrencileri sevmedikleri bir okul ve sınıf ortamına mahkum etmek yerine severek devam edebilecekleri ve mutlu olabilecekleri bir okul ve sınıf ortamının nasıl oluşturulabileceğini düşünmek en öncelikli eğitim sorunlarımız arasında yer almaktadır.

  1. Öğretim Programlarının Sadeleştirilmesi ve Zorunlu Eğitimin Yeniden Düşünülmesi

Okullardaki ders sayısının fazlalığı ve öğrencilerin gereksiz yere birçok ilgisiz derse devam ettiği eleştirisi sürekli gündeme getirilmektedir. Bu eleştirilerin haklılık payı bulunmaktadır. İlkokul, ortaokul ve lise öğrencilerinin günde en az altı saat ders görmeleri ve bunun 180 gün boyunca devam ettirilmesi gelişim düzeyleri açısından bakıldığında rasyonel ve pedagojik görünmemektedir. Öğrenciler onlarca ders almakta, zorunlu eğitim olduğu için bir şekilde sınıf geçmekte ancak akıllarında kalan veya hayatlarına etki edecek çok az şey öğrenebilmektedir. Ders sayılarının azaltılması ve öğretim programı içeriklerinin sadeleştirilmesi yüz yüze ve kitlesel eğitimin belirli süre tatil edildiği bu dönemde öncelikli olarak tartışılmalı ve hayata geçirilmelidir. Koronavirüs türü salgın hastalıklar ile benzer tehdit durumlarının yüz yüze ve kitlesel eğitimi her an kesintiye uğratabileceği, teknolojinin geldiği nokta itibariyle sanal olanakların eğitimde daha fazla ve etkili kullanılabileceği öngörüsü ile derslerin az, öz ve temel özelliklerinin vurgulandığı sayı ve içerik ile öğrencilere sunulması gerekmektedir. İnsanların günümüzde şehir merkezlerine toplanması, büyük metropollerin oluşması, binlerce öğrencinin devam ettiği okulların yaygınlaşması ve nüfus yoğunluğu gibi faktörler toplu halde bulunan insanları terör, afet, salgın, kaza gibi olaylara daha açık hale getirmekte ve kitlesel zarar ve etkilere yol açabilmektedir. Bu gibi durumların her an olabileceği ve eğitimin yüz yüze ve kitlesel boyutunun bundan etkilenebileceği düşünülerek temel dersler olarak bilinen Türkçe, matematik, yabancı dil gibi birkaç ders dışındaki diğer dersler azaltılarak seçimlik hale getirilmeli veya genel kültür formatında sunulmalıdır. Temel okuma yazma, matematik okuryazarlığı, dil becerileri gibi yerel ve evrensel düzeyde gerekli becerileri içeren dersler ile bu derslerin hayatla ilişkilendirilebilecek temel başlıkları öğretim programında yer almalı gereksiz birçok akademik bilgi ile dilbilgisi kuralları elenmelidir. Lisans ve lisansüstü dönemdeki öğrenciler için uzmanlık gerektirebilecek içeriğin önceki dönemlerde yoğun olarak öğretilmeye çalışılması öğrencileri gereksiz yere meşgul ederek öğrenilmesi gereken temel bilgi ve becerilerin de sabote edilmesine neden olmaktadır. Duyuşsal özelliklerin baskın olduğu ilkokul döneminden başlamak üzere orta ve lise düzeylerinde öğrencilere sadece temel bilgi ve becerileri içeren dersler az, öz ancak mutlaka öğretilmeli temel bilgi, beceri ve değerlerin öğretilmesini engelleyecek teferruata ilişkin dersler ve ders içerikleri öğretim programından arındırılmalıdır. örneğin matematik derslerinde ileri düzey denklemler ile karmaşık problemlerin yer aldığı yoğun ve çoğu zaman yetiştirilemeyen, yüzeysel geçilen birçok konu yerine temel matematik becerileri ile basit problem çözümlerini içeren ancak üzerinde daha fazla zaman harcanarak tüm öğrencilerin öğrenmelerini sağlayacak bir içerik tasarlanmalıdır. Benzer şekilde ayrıntılı dilbilgisi kurallarını içeren veya edebiyat akımlarının yer aldığı ancak ileride bu alanlarda uzmanlaşmak isteyenlerin işine yarayabilecek bir Türkçe veya edebiyat dersi yerine öğrencilere sadece en temel konular ile okuma sevgisi ve becerisi kazandırmaya yönelik etkinlikler programda yer almalıdır.

Toplumu modernleştirme ve kültürlü hale getirme misyonuyla soğuk savaş yıllarında tasarlanmış ideolojik eğitim anlayışının bazı adımlarının uygulamadan kaldırılması yeterli değildir; anayasa ve yasalardaki gereksiz ideolojik vurgular ile bunların eğitime yansımaları felsefi olarak da ortadan kaldırılmalı; temel bilgi, beceri ve değerlerin yer aldığı az, öz, sade ve temel noktalara vurgu yapan ancak tüm öğrencilere öğretilebilen bir öğretim programı paradigma değişiminin en önemli ayağını oluşturmaktadır. Yüz yüze ve kitlesel eğitimi kesintiye uğratabilecek her türlü toplumsal afet, salgın, terör, kaza gibi olağanüstü olaylar düşünülerek temel bilgi, beceri ve değerleri konu alan dersler ile ders içeriklerinin hazırlanması için daha önce önerilen eğitim bilim kurullarının yoğun tartışmalar yürütmesi gerekmektedir. Mevcut haliyle ulusal ve uluslararası sınav sonuçları incelendiğinde hâlihazırdaki derslerin zaten öğretilemediği görülmektedir. Türkçe, matematik, fen, yabancı dil gibi temel derslerdeki kazanımların öğrencilere ortalamanın çok altında kalan oranlarda kazandırılabildiği ve milyonlarca öğrenci ve öğretmen ile binlerce ders saatinin boşa harcandığı ortaya çıkmaktadır. Ancak bu vahim tablo yetkililerce görmezden gelinmektedir.

  1. Eğitimde Yerelleşmeye Önem Verilmesi

Her bölge, hatta her ilin nüfus, iklim, coğrafya, ekonomi, üretim biçimi, geçim kaynakları, bitki örtüsü gibi kendine has özellikleri vardır. Bu özellikler insanların kültürünü ve sosyolojisini belirlemekte, diğer yerlere göre bazı farklılıklar oluşturabilmektedir. Coğrafi ve ekonomik avantajlarından dolayı İstanbul, Ankara, Bursa, Antalya gibi iller çekim merkezi haline gelebilmekte iken bazıları sürekli göç vermektedir. 23 ilin nüfusu bir milyonu aşmakta iken üç ilde yüz binin altında insan yaşamaktadır. Demografik yapı gibi coğrafi yapı da büyük farklılıklar göstermekte, buna bağlı olarak her ilde veya bölgede kendine özgü bir sosyolojik, ekonomik, kültürel ve psikolojik yapı ortaya çıkmaktadır. Jeo-stratejik ve jeo-politik etmenlere bağlı olarak oluşan sosyo-ekonomik yapı içerisindeki insanların da kendilerine özgü psiko-sosyal nitelikleri olabilmektedir. Bütün bu faktörler illerdeki eğitim ortamlarını da etkilemektedir. Özellikle şehir merkezlerindeki 2-3 bin öğrencinin devam ettiği okullar ile 40-50 kişilik sınıflar oluşabilmektedir. Yüzden fazla öğretmeni olan onlarca okuldan bahsetmek mümkündür. Bir zamanlar ülkemizde gündeme gelen ancak sosyal ve psikolojik açıdan düşünülmeden uygulanmaya çalışılan kampüs okul modasına uygun olarak okullarda adeta sürü öğretimi yapılmaya çalışılmaktadır. Bazı bölgelerde merkez dışı mahalleler ile ilçelerde sınıflarda 10 ile 20 arası öğrencisi olan çok sayıda okul bulunmaktadır. Göç, eğitimin kalitesi, iş olanakları, ailevi şartlar nedeniyle okullar ve sınıflar arasında öğrenci sayısı ve öğretimin niteliği açısından büyük farklar bulunmaktadır. Bazı sınıflarda 10-20 arası öğrenci varken bazılarında 30-40; bazı okullarda 100-200 öğrenciye karşılık bazılarında 2000-3000 öğrenci bulunabilmektedir. Benzer şekilde öğretmen sayısı da onlarla ifade edilen okullar olduğu gibi yüzlerle ifade edilebilen çok sayıda okul vardır. Ülke genelindeki sınavlarda soruların büyük kısmını çözebilen öğrencilerin devam ettiği okullar ile sadece birkaç soru yapabilen öğrencilerin devam ettiği okullar da aynı sistem içerisinde faaliyet göstermektedir. Bütün bu farklılık ve çeşitliliğe karşın eğitim sistemin merkeziyetçi ve tekdüze olması eşyanın tabiatına aykırıdır. Eğitimde ve yönetimde merkeziyetçilik ve yerelleşme kavramları uzun yıllardır tartışılmakta ve kendine özgü avantajları-dezavantajları olan ifadeler olarak literatürde yer almaktadır. Koronavirüs salgınının ile kalabalık okul ve sınıfların ne kadar güvensiz ve riskli olduğu ortaya çıkmaktadır. Az sayıda öğrencisi olan merkez dışındaki okulların önemi bir daha ortaya çıkmakta, kampüs okul gibi insanlara sürü gibi yaklaşan pozitivist ve tek tipçi yaklaşımların insan doğasına aykırılığı anlaşılmaktadır. Kalabalık ortamların neden olabileceği güvenlik açıkları göz önünde bulundurularak kitlesel ve sürü eğitiminden vazgeçilmesi, insan doğasına ve ruhuna uygun küçük, yerel ve kendine özgü okul ortamları oluşturabilmenin yollarını açmak gerekmektedir. Merkeziyetçilik mi, yerelleşme mi açmazına hapsolmadan duruma özgü çözümler üretebilmek teşvik edilmelidir. Bölünme paranoyası ve güvenlik endişeleri içerisinde çeşitlilik, zenginlik, yerellik ve durumsallık feda edilmemelidir. Merkez-yerel güç ve yetki ilişkileri yeniden düşünülerek insan doğasını ve ruhunu besleyecek en uygun eğitim ortamlarının neler olabileceği yeniden tasarlanmalıdır. Koronavirüs salgını gibi afetlerle mücadele edebilmenin en etkili yollarından birisi de her bölge veya ilin kendi şartları içerisinde kararlar alabilmesi ve tedbirler uygulayabilmesidir. Öğrenci-öğretmen sayısı zaten az olan, maske-mesafe-temizlik gibi tedbirleri alabilecek okulları eşitlik adına kapalı tutmanın bir anlamı var mıdır? Her il, ilçe kendi şartlarına göre kararlarını alabilmeli ve uygun sayıda temel derslerle eğitim-öğretime devam ederek salgın gerekçesiyle kritik yaşlardaki beceriler geciktirilmemelidir. Merkez-taşra güç ve yetki konusu yeniden düzenlenmeli, 2000’lerden sonra hız kazanan yerelleşme adımları artarak devam etmeli, kişiler karar süreçlerine dahil edilerek kendilerine güvenmeleri ve sisteme sahip çıkmaları sağlanmalıdır.

Nihayetinde koronavirüs salgını eğitim sisteminin kronik sorunlarını su yüzüne çıkarmıştır. Ulusal ve uluslararası sınav sonuçları okullarda normal zamanlarda sınıf ortamında yüz yüze yapılan eğitim öğretim faaliyetlerinin bile büyük oranda boşa gittiğini, öğrenciler sınıfta anlatılanların çok küçük bir kısmını öğrenebildiğini göstermektedir. Normal zamanlarda sınıf ortamında yüz yüze yapılan eğitim öğretimle gerçekleştirilemeyen kazanımların online öğretimle yapılabilmesi mümkün müdür? Mevcut tablo ortada iken, normal zamanlarda yapılamayanlar olağanüstü şartlarda nasıl yapılacaktır? İnsan enerjisini, sınırlı kaynakları, her geçen gün tükenen umutları gereksiz alanlarda heba etmek yerine yeni bir eğitim tasarımı, yeni bir yapılandırma, yeni bir paradigma ve yeni bir medeniyet tasavvuru daha acil bir ihtiyaç değil midir?n

(*) Düzce Üniversitesi, Eğitim Fakültesi




Orjinal Habere Git
— HABER SONU —