Korona salgını birçok isim tarafından iddia edildiği ölçüde, dünyayı kalıcı olarak değiştirecek yaratıcı bir yıkıma neden olabilir mi? Schumpeter’in kavramsallaştırdığı şekliyle bir “yaratıcı yıkım” söz konusu olmayacak. Kapitalizm sona ermeyecek, küreselleşme ortadan kalkmayacak, uluslararası düzen akşamdan sabaha değişmeyecek. Ancak klişe deyimiyle söyleyecek olursak “hiçbir şey eskisi gibi de olmayacak.”
Dünyanın yaklaşık altı aydır en önemli gündemini oluşturan korona salgınını belli ki daha uzun bir süre konuşacağız. An itibarıyla 21. yüzyılın en önemli kilometre taşı kuşkusuz korona salgını olmuştur. Hatta 20. yüzyılı da hesaba katarsak, daha şimdiden son yüzyılın dünyayı değiştiren en önemli ilk beş olayı arasında yerini almış bulunmaktadır. Korona salgınını, 1. Dünya Savaşı, İspanyol Gribi, 29 Buhranı ve 2. Dünya Savaşı gibi önemli olaylar arasında saymakla, ister kendi kategorisi içinde, ister genel olarak ele alınmış olsun, abartmış olmayız.
Başlıkta kullandığımız “yaratıcı yıkım” (creative destruction) kavramı ünlü iktisat düşünürü Schumpeter’e aittir. Avusturya Okulu’nun önemli temsilcisi olan Joseph Alois Schumpeter (1883-1950), 19. yüzyılın sonunu görmüş ve 20. yüzyılın da yarısına tanıklık etmiştir. Bu anlamda yukarıda saydığımız önemli olaylara da şahit olmuştur. Doğduğu 1883 yılı aynı zamanda en çok etkilendiği Marx’ın da öldüğü yıldır. Tuhaf olan, 20. yüzyılın bir diğer büyük iktisatçısı John Maynard Keynes de Schumpeter gibi 1883’te doğmuştur. Öyle ki, birçok kimse bu tesadüfü Marx’ın dünyaya yeniden ve ikiz olarak geldiği şeklinde mizahi bir dille tasvir etmiştir. Hakikaten de kapitalizmin krizi bağlamında 70’lere kadar Keynes’in, daha sonra da Schumpeter’in görüşlerinin ne kadar etkili olduğu bilinen bir gerçektir.
Schumpeter bu kavramı Marx’tan etkilenerek, ilk defa 1942 yılında yayınladığı Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi isimli kitabında kullanmıştır. Esas itibarıyla kapitalizmin içinde ortaya çıkan yeni bir gelişmenin, daha çok bir yeniliğin, eskisini tasfiye edip yerine geçmesi şeklinde özetleyebileceğimiz bu teori kadar ekonomik ve sosyal değişmeyi iyi açıklayan çok fazla yaklaşım yoktur. Teoriye göre, güçlü bir yeni yapı ya da yenilik ortaya çıktığında, eski yapılar fonksiyonlarını tamamen yitirecek, yeni yapılar ve kurumlar yeni çağı şekillendirecektir.
Yaratıcı Yıkım’ı, ünlü iktisatçıya bir saygısızlık olmazsa, biraz daha geniş yorumlayabiliriz. Şöyle bir soru soralım: Tarihte ortaya çıkan çok önemli bir gelişmenin neden olduğu ağır hasarlar acaba insanlık için yeni, daha doğru ifadeyle yaratıcı birtakım adımların atılmasını doğurmuş mudur? Başka bir söyleyişle, tarihte hangi olaylar bir yaratıcı yıkım ortaya koyacak şekilde gelişmiştir? Bu soruyu korona salgınına uyarlayarak sorarsak, acaba korona salgını tarih içinde önemli bir hadise midir ve eğer öyleyse, sonrasında nasıl bir dünya ortaya çıkar, yeni bir dünyanın kurulmasına ne kadar etki eder?
Herkesin Yenisi Kendine
Gerçekten bu salgın ortaya çıktıktan sonra tarihçilerden felsefecilere, iktisatçılardan toplumbilimcilere kısa sürede çok sayıda makale yazıldı, açıklama ve analiz yapıldı. Bu bağlamda Henry Kissinger’den Slavoj Zizek’e, Robert Kaplan’dan Dani Rodrik’e, Giorgio Agamben’den Yuval Harari’ye kadar dünya çapında önemli isimlerin yazdıklarını okuduk. Aynı şekilde ülkemizde İlter Turan’dan Taner Timur’a, Fuat Keyman’dan Soli Özel’e, Evren Balta’dan Sinan Tavukçu’ya birçok bilim insanı ve entelektüelin oldukça değerli yaklaşımlarını öğrenme fırsatı bulduk. Bu anlamda dışarıdan bir örnek olarak Foreign Policy ve içerden de Perspektif’in hazırladıkları korona dosyaları farklı yaklaşımları bir araya getirerek konuyu anlamamıza büyük katkı sağladılar.
Koronanın geçen yılın sonu, yeni yılın başında ortaya çıktığını hesaba kattığımızda, aslında henüz altı aylık bir tarihinden bile söz etmemiz zor. Bununla birlikte son üç ayın dünya gündeminin başına oturan ve hâlâ da kalkmayan konunun korona olduğunu söylemek izahtan varestedir. Hâl böyle olunca, bu konudaki değerlendirmeler de çok yoğun ve çok farklı şekilde yapılmıştır. Mesela Agamben bu salgını ciddiye almamış, başka bir deyişle, birilerinin bu salgını fazla ciddiye aldığını söylemiştir. Bu bağlamda “hayatta kalmaktan başka ahlaki değeri kalmayan bir toplum”u reddettiğini ifade etmiştir. Zizek ise Agamben ile tam zıt bir kutupta yer almış, salgın ve onun etrafında seyreden gelişmeleri “kapitalizmin önemli bir krizi” olarak adlandırmıştır.
Hâl böyle olunca, bu krizin yönetiminin de piyasa mekanizmasının merhametine bırakılamayacağını vurgulamış ve her ne kadar sonraları teklifini yumuşatmış olsa da, “yeni bir komünizm icat edilmesi gerek”tiğini ileri sürmüştür. Neredeyse birincisi “komplocu”, ikincisi “ütopyacı” bir noktada konumlanmışlardır. ECFR’den (Europen Concil of Foreign Relation) Javi Lopez ise koronayı “jeopolitik bir deprem” olarak tanımlamış, 2. Dünya Savaşı’nın son yılı olan 1945’ten sonraki en zor yılın 2020 yılı olacağını iddia etmiştir. Değerlendirmelerini dünyanın “görünmeyen bir düşmana karşı savaş”tığını söyleyerek sürdürmüştür.
Korona ile ilgili önemli tartışmalara yer veren ve belki de en önemli dosyalardan birini hazırlayan Foreign Policy’nin görüşlerine başvurduğu isimlerden Harvard’dan Stephen Walt “güç batıdan doğuya kayacak, milliyetçilik pekişecek, hürriyetler ve refah azalacak”, Chatham House Başkanı Robin Niblett “iktisadi küreselleşme son bulacak”, Singapur Milli Üniversitesi’nden Kishore Mahbubani “küreselleşme devam edecek ama ABD merkezli değil, Çin merkezli olacak”, Princeton’dan John Ikenberry “1929 buhranı gibi olacak, önce milliyetçi bir tepki, sonra uluslararasılaşma başlayacak”, Hindistan Brooking Institute’den Shivshankar Menon “daha fakir ve daha küçük bir dünya ortaya çıkacak”, yine Harvard’dan Nicolas Burns “uluslararası sistem ve güç dengesi kalıcı olarak değişecek”, Harari “totaliter gözetim ile yurttaşı güçlendirme; milliyetçi bir yalnızlık ile küresel bir dayanışma arasında bir seçim yapmak zorunda kalacağız”, Columbia’dan Peter Coleman “ortak düşman senaryosu üzerinden kutuplaşmanın azalabileceğini öngörebiliriz” şeklinde birbirinden farklı değerlendirmeler yapmışlardır.
Aynı şekilde ülkemizde yapılan değerlendirmelerde de farklı yaklaşımlar söz konusu olmuştur. Taner Timur, Lenin’e referans yaparak “yöneticilerin halkı eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği bir dönem başlıyor”, Fuat Keyman “neoliberal küresel ekonomiden sosyal devlet temelli bir yapıya, adil küreselleşmeye doğru bir geçiş olabilir”, Evren Balta “salgınlar geleneksel olmayan ulusal güvenlik sorunu yarattığı için askeri harcamaların sağlık harcamalarına olan önceliği yer değiştirebilir”, İlter Turan “salgın sonunda dijital çağ hızla ilerleyecek ve ulus devlet yeniden yükselecek” demektedir.
Mahşerin Dördüncü Atlısı: Salgınlar
Örnekleri daha fazla çoğaltmadan şimdi de bir salgın olarak koronanın tarihteki benzerleriyle ne kadar örtüşmekte veya ne kadar ayrışmakta olduğunun üzerinde duralım. İnsanlık eski çağlardan itibaren salgın hastalıklardan mustarip olmuştur. İlk veba salgınının tarihini M.Ö. 14. yüzyıla kadar götüren görüşler vardır. Hitit tabletlerinde bu salgının 20 yıl boyunca devam ettiği anlatılmaktadır. Yine Hipokrat M.Ö. 412’de yaşanan ve çok sayıda insanın yaşamını yitirdiği büyük bir salgından bahseder. Gerek Antik Çağ’da, gerek Orta Çağ’da ve gerekse Yeni Çağ’da irili ufaklı yüzlerce salgın hastalıklara şahit oldu insanlık. Bu salgınlarda oldukça büyük nüfus kayıpları yaşanmıştır. Örneğin; M.S. 168-180 tarihleri arasında yaşanan Antonine vebasında 5 milyon, 541-542 yıllarındaki Justinian vebasında 25-100 milyon ve tarihin gördüğü en büyük salgın olan Kara Ölüm (1346-1353)’de 75-200 milyon insan hayatını kaybetmiştir. Sadece veba değil, kolera, tifüs, sarıhumma, grip gibi bulaşıcı hastalıklar neredeyse dünyanın tarihini değiştirmiştir.
Son dört yüz yılda yaşanmış 10 büyük pandemi görmekteyiz ve bunların çoğu Çin kaynaklı. Bu salgınlar kabaca 30-40 yıl aralıklarla tekrar etmiş, özellikle 19. yüzyıldan itibaren ulaştırma alanındaki yeniliklerle daha büyük ölçekteki nüfus miktarlarının kolayca karadan ve denizden taşınabilir olması, aynı hızla salgını da dünyaya hızlı bir şekilde bulaştırmıştır. ABD’de ortaya çıkan İspanyol Gribi bir yılda dünyanın her tarafına yayılmış ve dört yıl süren 1. Dünya Savaşı’nda kaybedilen insan sayısından daha fazlası bu salgında yaşamını yitirmiştir. ABD’nin savaş zayiatının yaklaşık yüzde 80’i savaşta değil, grip yüzünden olmuştur. Bu gribin yaşandığı bir buçuk yıldan daha az bir sürede, 1918-19 yıllarında, 40-100 milyon insanın öldüğü tahmin edilmektedir.
Yukarıda anlattıklarımızdan hareketle bugün yaşamakta olduğumuz ve ne zaman sonlanacağından emin olamadığımız korona salgınının an itibarıyla dünya üzerinde yaklaşık 5 milyon insana bulaştığı ve 300 bin civarında insanın öldüğü hesaba katıldığında tarihteki birçok örneğine karakteri bakımından benzemektedir. Ancak ölümlerin, bulaş hızı kadar yüksek olmaması insanlığın şimdilik tek tesellisidir. Bir başka deyişle, ihtiyatlı bir iyimserlikle tarihteki büyük salgınlardan biriyle karşı karşıya olmadığımızı söyleyebiliriz. Öyleyse yazının başında sorduğumuz soruya geri dönebiliriz; bu pandemi yaratıcı bir yıkıma neden olabilir mi?
Tarihteki bazı büyük salgınların güçlü siyasi ve ekonomik yapıları çökertip yeni güçlerin önünü açtığını biliyoruz. Bu gelişmelerden sonra yeni üretim ilişkileri, yeni iktisadi sistemler ortaya çıktı. Bazı mezhepler tasfiye oldu, yeni bazıları devreye girdi. Mesela “Kara Ölüm” dediğimiz 14. yüzyıldaki büyük vebadan sonra hâkim sosyo-ekonomik sistem olan Feodalite çöktü. Zira ölümler nedeniyle işgücü azaldığı için doğal olarak ekilebilen araziler de azaldı. Veba Katolik kilisesinin gücünü azalttı ve Protestanlığın doğuşunda etkili oldu. Bireysel özgürlükler gelişti ve ulus devletler doğmaya başladı. Hâkim üretim biçimi olan tarımın yanında ticaret hızla gelişti ve arkasından sömürgecilik başladı. Özel mülkiyet gelişti ve liberalizmin temelleri atıldı. Bu süreçler paralel olarak Rönesans’ı tetikledi, aydınlanmanın önünü açtı. Salgından Yahudiler sorumlu tutuldu ve antisemitizm arttı. Özetle Avrupa’da, dolayısıyla dünyada yeni bir düzen oluştu.
15. yüzyılda başlayıp, 16 ve 17. yüzyılda da devam eden tifüs salgınları 30 yıl savaşlarında etkili oldu ve Avrupa güç dengesinin değişmesine yol açtı. Yine 20. yüzyılın başında İspanyol Gribi Almanların teslim olmasında, ABD askerlerinin evine dönmesinde etkili oldu. İspanyol Gribi’nden sonra dünyada halk sağlığı bilimi gelişti, sosyal güvenlik sistemine verilen önem arttı. Tabiî ki en önemli çıktılarından biri olarak 1919 yılında Viyana’da, bugünlerde çokça konuştuğumuz Dünya Sağlık Örgütü (WHO) kuruldu. Hindistan’ın bağımsızlığını kazanmasında, Çarlık Rusya’sının Bolşeviklere kaybetmesinde salgınların etkili olduğu tarihçilerce kayda geçirildi.
Yazının başında yer verdiğimiz 20. yüzyılın önemli olayları arasında tabiî ki sadece İspanyol Gribi yer almıyordu. İlk karşılaştırmayı bununla yapmamızın nedeni benzer bir olay olması, koronanın da İspanyol Gribi gibi bir hastalık, bir salgın olmasındandır. Oysa aynı dönemde dünyanın yeniden şekillenmesinde iki büyük savaş ve onların arasında yer alan bir Büyük Buhran da vardır. 1. Dünya Savaşı’nda insanlık büyük kayıplar verdi ve dünya düzeni yeniden şekillendi. 20 milyon insan hayatını kaybetti, bir o kadarı da açlık ve hastalıkların kurbanı oldu. İmparatorluklar parçalandı. Almanya topyekûn çöktü. İngiltere, Rusya ve Polonya enkaza döndü. Daha savaşın yaraları yeni sarılmıştı ki, 1929 Buhranı patlak verdi. O da İspanyol Gribi gibi ABD’de çıkıp Avrupa’ya ve dünyaya yayıldı.
Kuşku yok ki özü itibarıyla ekonomik bir kriz olan bu olayın etkileri sadece ulusal ve uluslararası ekonomilerde değil, siyasal alanlarda da kendini gösterdi. ABD’de yerleşmiş olan liberalizmin yerini 1933 New Deal (Yeni Düzen) kararlarıyla katı devletçilik uygulamaları aldı. Avrupa’da Nasyonal Sosyalizm ve Faşizm doğdu. Almanya, İtalya ve İspanya bu rejimlere ev sahipliği yaptı. Aralarında Türkiye’nin de yer aldığı çok sayıda devlet de katı devletçilik uygulamalarına geçiş yaptı. Bir savaşla doğan buhran, bir savaşla son buldu. Çok geçmeden 2. Dünya Savaşı başladı ve insanlık bir büyük imtihanla daha baş başa kaldı. Bu sefer de milyonlarca insan yaşamını yitirdi. Uluslararası düzen yeniden kuruldu. Büyük cezanın Almanya’ya kesildiği bu dönemde iki kutuplu bir dünya oluştu. Artık savaş öncesindeki dünyayla savaş sonrası dünya aynı değildi.
Konuyu bağlarken tekrar korona gerçeğinin özelliklerini zikredelim. Bu salgın dünyanın içinde bulunduğu modern teknoloji ve ulaşım imkânları sayesinde hızla yayıldı. Ancak vaka sayılarında olduğu gibi yüksek ölümler gerçekleşmedi. An itibarıyla dünya genelinde görece bir toparlanma olmakla birlikte yeni dalgaların ortaya çıkmayacağından emin değiliz, kaldı ki son veriler süreci başarıyla yürüten Güney Kore, Singapur, Japonya hatta Çin gibi ülkelerde ikinci dalganın baş gösterdiğini ortaya koymaktadır. Yine virüsün değişime uğrayarak aynen kolera salgınlarında olduğu gibi ilerleyen aylarda yeni türlerinin gelmeyeceğinden de emin olamayız. Bununla birlikte koronanın yarattığı hasarlar göz önüne alındığında, ne iki dünya savaşı, ne de 1929 Buhranı gibi dünyada büyük ölçekli yapısal değişikliklere yol açacağını söylemek şimdilik zor. Aynı şekilde ölçek olarak İspanyol Gribi’yle kıyaslandığında da, kayıpları itibarıyla görece daha küçük ölçekli bir hadise olarak seyretmektedir.
Yıkmayacak Ama Sarsacak
Koronanın ardından Schumpeter’in kavramsallaştırdığı şekliyle belki bir “yaratıcı yıkım” söz konusu olmayacak. Ancak bütün dünyanın en temel gündemi olan, devletlerin bütün imkânlarını kendisine seferber ettiği bu salgın sonrasında çok şeyin değişeceği de kesin. Üretim ilişkileri değişecek, şirketlerin işlevleri yeniden tanımlanacak. Halk sağlığı önem kazanacak ve bu alandaki yatırım ve harcamalar artacak. İktisadi hayatın canlı kalabilmesi için Keynes’in dediği gibi toplam talebi artırmak noktasında devletler daha aktif rol alacaklar, daha fazla müdahaleci olacaklar. Yine devletler AB gibi tek bir pakta ya da ABD veya Çin gibi tek bir devlete bağlı olmak istemeyecekler. Eğitimden ticarete toplumsal ve ekonomik yaşam daha da dijitalleşecek. Elbette küresel kapitalizm tamamıyla iflas etmeyecek ama yırtıcı küreselleşme çağı bir duraklama yaşayacak. Salgın sosyal profilleri esas alarak yayılmadığı için yönetimler tarafından evsiz barksızlara sahip çıkılacak, yoksullara ve yoksulluğun önüne geçmeye daha fazla önem verilecek. Koruyucu tıbbın önemi artacak ve tele-tıp uygulamaları gelişecek. Küresel dünyada refah, teknoloji, özgürlük ve bilim yeterince küreselleşemedi, ama bundan sonra korku ve kaygının küreselleşeceği, hatta küreselleştiği açık. Salgın geçtikten sonra da devletlerin denetleme ve gözleme faaliyetleri kalıcı olacak.
Bir virüs nasıl oldu da Çin'den çıkıp Amazon'un izole kabilelerine sadece birkaç ayda ulaşabildi? sorusu artık göz ardı edemeyeceğimiz önemli bir gerçekliktir. Bundan sonra tartışacağımız konu; salgınla nasıl mücadele etmeliydik, etmeliyiz ve edeceğiz meselesi olacaktır. Acaba salgınla mücadelede otokratik yapılar mı daha başarılı oldu, yoksa daha liberal sistemler mi? Bu soruya vereceğimiz cevap, gelecekte de dünyayı nasıl bir eğilimin beklediğini bize gösterecek; daha devletçi politikalar mı etkili olacak ve otoriterleşeceğiz, yoksa daha liberal ve küresel uygulamalar mı öne çıkacak?
Kanaatimizce bu konuda mutlak bir yol ayrımı olmayacak, otoriter ya da liberal olmaktan bağımsız olarak krizi iyi yöneten devletler ve onların liderleri ayakta kalacak, kötü yönetenler ise mutlaka sahneyi terk edecekler. Yani belirleyici olan rejim tipi değil, performans olacaktır. Yaşadığımız bu hadisede salgınla mücadelede otoriter İran başarısız oldu, oysa her şeye rağmen, otoriter Çin başarılı oldu. Aynı şekilde liberal-demokratik Almanya başarılıyken, yanı başındaki liberal-demokratik İngiltere ve hele hele ABD başarısız oldu.
Bu salgından sonra kapitalizm sona ermeyecek, küreselleşme ortadan kalkmayacak, uluslararası düzen akşamdan sabaha değişmeyecek ama kabaca son kırk yıldır hâkim olan neoliberal politikalar sorgulanacak, yırtıcı küreselleşmenin yerini daha farklı ve belki adil bir küreselleşme alacak, insan odaklı politikalar öncelenecek, yani bir “yaratıcı yıkım” olmayacak ama klişe deyimiyle söyleyecek olursak “hiçbir şey eskisi gibi de olmayacak”. Bunlar iyi kötü bildiklerimiz. Bilmediklerimizi ise önümüzdeki günler bize öğretecek.
________
William H. McNeill, Plagues and People, 2010.
Frank M. Snowden, Epidemic and Society/From the Black Death to the Present, 2019.
Andrew Nikiforuk, Mahşerin Dördüncü Atlısı/Salgın ve Bulaşıcı Hastalıkların Tarihi, 2010.
M. Kemal Temel, Gelmiş Geçmiş En Büyük Katil/1918 İspanyol Gribi, 2015.
Evren Balta, Tedirginlik Çağı/Şiddet, Aidiyet ve Siyaset Üzerine, 2019.
Sinan Tavukçu, Salgın Hastalıkların Tetiklediği Dünya tarihindeki Güç ve Düzen Değişiklikleri, 2020.
________
En son çıkan yazılardan anında haberdar olmak için bizi @PerspektifOn twitter hesabımızdan takip edebilirsiniz.
Coşkun