Batı’nın Miladi 17 ve 18. yüzyıllarda yaşadığı “geçmişten kopuş” değişimi, “Aydınlanma” diye adlandırılmıştır. Batı, adlandırılması da kendisine ait o değişimden bu yana, tarihinin en büyük krizini yaşıyor.
Önce 20. yüzyılda, “Aydınlanmayı” disipline eden ideolojiler çöktü. Kapitalizm, ırkçılık (nasyonal sosyalizm), komünizm, sosyalizm ardı ardına yıkıldı. Batı, bütün ideolojilerin yerine liberalizmin zaferini ilan etti ama hakikatte liberalizmi kitleler nezdinde zevkperizm ile özdeşleştirdi. Diğer bir ifadeyle zevkperizmi liberalizm diye bir ideoloji gibi kitlelere sundu.
Batı, bu hâl üzerinden ayrım gözetmeksizin toplumun bütün kesimlerine sınırsız zevk içinde yaşamanın mümkün olduğunu ve mutlak mutlululuk getireceğini vaat etti. Bunun için ahireti hatırlatan dine karşı, “liberal kurnazlık” içinde saklı bir harekatla yine bir savaş açtı. Hatta her tür yasağı kaldırdığını iddia ettiği hâlde, ölümden söz etmeyi bir tür yasakladı. Batı, saat başı bir katliamın yaşandığı dünyada ölümü anmayı, zevklenmeye halel getiren bir tür uğursuzluk saydı.
Ancak insanlığın korona virüsü karşısındaki çaresizliği, Batı’nın bu harekatını darmadağın etti. Daha düne kadar “Küresel dünyada kaygısızca zevklenin!” diye bağıran Batı, bir anda “Evlerinize kapanın ve ölümden korunun!” diye seslendi.
Dün ordularını ülkeler istila etmek için kullanan Batı, ordu ve polis güçlerini; vatandaşlarını ölüm korkusundan içeriye kapatmak için kullanmaktadır. Batı, bugüne kadar bütün düşmanlarını, neredeyse kendi başkentlerine hissettirmeden, üstün teknik gücüyle alt etti. Ama aynı Batı, koronanın yol açtığı ölüm korkusundan devlet başkanlarını bile sığınaklara kapattı.
Böyle bir ortamda “sınırsız zevk teorisi” nasıl iş görebilir ki? Dolayısıyla önümüzde şu kronolojik hakikat var: Evvelki gün dinsiz kalan Batı, dün ideolojisiz ve bugün zevksiz kaldı.
Analizimizde Batı’daki bu hâle karşı Türkiye’de kendisini “çağdaş” diye niteleyen kesimin düştüğü bunalımı işleyeceğiz.
TÜRKİYE’DE “ÇAĞDAŞÇILIĞIN” BATICILIĞI
Türkiye’de “Aydınlanma Harekatı”, Miladi 19. yüzyılda Batı’ya özenme ile başladı; 20. yüzyılın başında “Batıcılık” olarak Batı’yı taklit hareketine dönüştü, Cumhuriyet’le birlikte kendisini “çağdaşçılık” diye adlandırdı.
Ve aslında harekat, kendisini bu “Çağdaşçılık” nitelemesi ile “taklitçi” olduğunu kendi noterinde tescil etmiş oldu.
Ortak özellikleri “gelenek” adı altında İslam karşıtlığı ve sekülerizm potasında buluşmak olan her “çağdaş” şahıs, bir konu hakkında düşünmeden, “Önce Batı ne düşünüyor?” diye baktı. Dolayısıyla “çağdaşçılık”, Türkiye’de “bağımlı bir akım” olarak var oldu.
Türkiye’de “çağdaşçılık” akımı, düne kadar bu minval üzere rahattı. Zira, Batı’nın ideolojik kurumları işliyor, hayatın bütün alanları ile ilgili söz söylüyorlar ve Türkiye’nin “çağdaşçıları” da onları kopyalayıp alıyorlardı. Aynen “Medeni Hukuk” gibi ve hatta yakın bir döneme kadar, insan hakları ile ilgili kimi düşünceler gibi…
Batı ideolojik olarak çöktüğünde ise Türkiye’nin çağdaşları, bu imkândan yoksun kalmış bir başsızlık içinde kendilerini İstanbul Taksim Meydanı’nın İstiklal Caddesi ile özdeşleşen bir zevk ü sefaya verdiler. Öyle ki Türkiye’de Taksim Meydanı’nın söz konusu caddesi zevk ü sefa ile özdeşleştiği hâlde Solculukla özdeşleşmeye başladı. Geçmişin silahlı komünist partileri bile ehilleşerek genel merkezlerini İstiklal Caddesi’nde açtılar.
Çağdaşçı kesimler, hallerinden utanç duyacaklardı ki Batı, onların yardımına yetişti ve bu sınırsız zevk hayatını “Batı tarzı yaşam” olarak tescilleyip “modern değerler” ile uyumun ölçüsü saydı. Bu yaklaşımla, dünün silahlı komünisti bugün, İstiklal Caddesi’nde bira şişeleri devirip eşcinsellikten konuşurken bile kendisini yozlaşmış bir burjuva taklitçisi değil, aksine mabedinde ibadet eden bir rahip misali mukaddes bir iş gören bir “modern değerler” adamı olarak görecek, hâliyle gurur duyacaktı.
Ne var ki bu zevk hâli, Türkiye’nin tam örgütlü ve epey disiplinli çağdaşçılığını da sosyal medyanın imkânlarıyla tam bir anarşizme soktu.
Dün, çağdaşçı kesimlerin diktatörce bir yönetime sahip dergi ve gazeteleri vardı. Oralarda çalışanlar, Batı’yı sıkıca takip ve taklit ederek diledikleri öneri ve eleştirileri çağdaşçı piyasaya sürerlerdi. Batı’daki kurumlar çökünce o örgütlü ve disiplinli yapı da neyi taklit edeceğini şaşırdı.
Yeni hâlle birlikte her çağdaşçı, kendi başına bir örgüt gibi, bir tür düzensiz seferberlik hâlinde düşünce beyanında bulunuyor, sarhoş veya ayık iken aralıksız İslam’a sataşıyor. Onlar sataştıkça, Türkiye’de çağdaşçılığın ne menem köksüz ve akıldan uzak olduğu da sarihçe beyan oluyor.
İSLAMCILAR TEKNİK GELİŞMEYE KARŞI MIYDI?
Osmanlı’da ulema, çok değişik sebeplerle sanayileşmeyi sağlayamadıysa da hiçbir zaman teknik gelişmeye karşı durmadı. Hatta ulema, teknik gelişme adına “Aydınlanma”ya olmayacak tavizler vermeye bile razı oldu. Nitekim, eğitimin modernleşmesi adına bir dönüm noktası teşkil eden “1845 Meclis-i Muvakkat Layihası”nı hazırlayanlar ve o layihadan sonra kurulan kurumlarda görev alanların mühim bir kısmı ulemadan oluşuyor. Kimler yoktu ki o kurullarda? En başta Fetva Emini Arif Hikmet Efendi… Aynı zamanda Seyyid olan ve Nakibüleşraf İbrahim Efendi’nin oğlu olan, Meclis-i Maârif-i Muvakkat’ın bu üyesi bir yıl sonra Şeyhülislam olarak atandı.
Ulema, “Kendimiz kalarak Batı’nın tekniğini alalım” diyorlardı. Bu, ülkenin bağımsızlığını koruyarak dirliğe ulaşması anlamına geliyordu. Şair, gazeteci olan ama düşünce yönü kıt Şinasî’nin basın sözcüsü olduğu “Aydınlanmacı” kesim ise “Derhâl siyasi ve sosyal anlamda Batılılaşalım!” diyorlardı. Bu da ülkenin bütün unsurları ile Batı’ya bağımlı hâle gelip tükenmesi anlamına geliyordu.
- yüzyılın başına geldiğimizde iki grup arasındaki düşünce çatışması doruk noktaya ulaştı. Bizzat, Kemalist kesimin en önde gelen akademisyenlerinden Niyazi Berkes’in ifadesiyle İslamcılar, hızlı bir teknik gelişmeden yanaydılar. Sait Halim Paşa, Mehmet Akif, Said-i Nursi bunu ayan beyan duyuruyorlar, eserleri ve hitapları ile kitlelere kabul ettirmeye çalışıyorlardı.
Buna karşı Batıcı kesim ise teknik gelişme vurgusu yapmıyor, buna karşı siyasi ve sosyal olarak Batı’ya benzemeyi “çağdaşçılık” diye dayatıyordu. Berkes’e göre teknik ilerlemeyi savunmak kişiyi asla “çağdaş” yapmaz; “çağdaş” sayılmak için “çağdaş dünya”nın siyasi ve sosyal tarzına uymak gerekir. Bunun için Türkiye’nin İslamcıları teknik ilerleme için çalıştıkları hâlde “çağdaş” sayılmamışlar, o vurguyu yapmayan kesimler ise Cumhuriyet’in kuruluşunda yer alarak “çağdaşçılığın” önderi olmuşlardır.
Yaşananlar da onu doğruluyor. Türkiye’de teknik ilerlemenin programlandığı ilk günden 1950’ye kadarki sürece bir bakın: Teknik adına Sultan Abdülhamid’in 33 yılı dışında elinizde kocaman bir hiç kalıyor. Demiryolu mu dersiniz, onu Sultan Abdülhamid yaptı. Şişli Etfal Hastanesi gibi devasa sağlık kurumlarını mı? Onları da Sultan Abdülhamid yaptı.
Ya diğerleri ne bıraktılar? Ankara’da önünden geçerken hep eski bir mabet zannettiğim devasa opera salonları, müzikaller, tiyatro salonları… Bir de elbette içki fabrikaları.
“ÇAĞDAŞÇI”NIN BUNALIMI
İçkisini içerek klavyesini kullanan sosyal medya çağdaşçısı ya da ekrana çıkan çağdaşçı profesör bu gerçeklikten habersiz olabilir. Onun zihin dünyasında “Allah” diyenler, daima ilerlemeye karşı, “Batı” diyenler ilerlemeciydi. Düne kadar öyle inanmıştı. Bunun için ilerleme denince aklına “eski” adına İslamî değerler geliyor. Dün “İlerleyelim!” deyince hemen arkasından “Başörtüsü bizi geri bırakıyor!” diyordu. Ne alakası var, diyeceksiniz. Ama sizin farkında olduğunuz bu tutarsızlığın o, farkında değildi. Onun için Allah’a iman ile havaalanı açmak, dua ile tıbbi tedaviyi bir arada götürmek tamamen zıt şeylerdir.
Oysa bugün, bu ikisinin bir arada olabileceğini bizzat görüyor ve artık kendisine yol gösterecek disiplinli bir çağdaş Batı ve yerel çağdaşçı örgütlenme de olmayınca saçma sapan ifadeler kullanıyor. Her sabah uyanıp “Diyanet kapatılsın!” diye tag açıyor. Bu tagı açmayı veya bu taga katkıda bulunmayı geçmişin bir Solcu militanının silahlı eylem yapması kadar “devrimci bir eylem” olarak görüyor.
BU, ARTIK BİR BUNALIM DA DEĞİL, TEK KELİMEYLE BİR KRİZ…
15 Temmuz’dan sonra dindarlığa yönelik çok yönlü saldırı “çağdaşçılığa” Türkiye’de bir nefes vermişti. Eğer korona ile mücadele, dua ve tıbbı tedavi birlikteliği içinde selametle sona ererse Türkiye’de “çağdaşçılığın” pabucu son kez dama atılacaktır. Bu akımın bunalımına kapılan nice insan, geçmişine bakıp utanarak gülecektir.