I-
Son yıllarda hayatın aşırı psikolojik bir boyutta yorumlanmasına yönelik eğilimler, toplumsal sorunların konuşulmasının önünde ciddi bir engel teşkil ediyor. “Köpek sorunu” da bunlardan biri. Köpeklerle bir arada yaşamak toplumsal bir mesele. Ne var ki bazı köpek severler meselenin toplumsal boyutta ele alınıp çözüm üretilmesini “hayvan hakları ihlal ediliyor” gerekçesi ile engelliyorlar. Bir tarafta köpeklerin zarar verdiği insanlar diğer tarafta köpeklere zarar veren insanlar kutupsallaşması inşa ediliyor, böylece 21. yüzyılda köpeklerle bir arada yaşamalıyız/yaşamamalıyız ayırımı etrafında yeni şiddet biçimleri ortaya çıkıyor.
Sorunların iki zıt kutup üzerinden ele alınışına sadece haberlerin dilinde rastlamıyoruz. 2022 sonbaharında yayımlanmaya başlanan Kızılcık Şerbeti dizisinin, seküler ailenin kızı ile muhafazakâr ailenin oğlunun evliliği üzerinden yaşanan dünür gerginliğine dayalı hikâyesi, 5. bölümde çatışma konularından biri olarak evin içinde köpek besleme sorununu gündeme getirdi. Ortalığa işeyen köpek konusunda titizlenip köpeğe bahçede bakılabileceğini söyleyen muhafazakâr kayınvalide ve görümcenin ne kadar “haksız ve hatalı” oldukları duygusu geçirildi seyirciye. Kayınvalide Pembe Hanım ve görümce Nursema karakterleri muhafazakâr kadının iticiliğini, toplumsal ilişkilerdeki sığ acemiliğini ortaya koyarken kayınpeder Abdullah Bey ve onun liberal değerlerle “mücehhez”, oğlu yerine koyduğu kardeşi Ömer ise muhafazakâr erkeğin modernlikle karşılaşmalarında makul ve uyumlu davranışlar gösteren kişiliğini temsil ediyor. Evde köpek bakımı meselesinde de aynı frekans devam etti erkekler cephesinde. Oğul Fatih’in annesine hak verdiği her kare, itici bir koca olarak zihinlere yerleşmesine yol açtı.
Velhasıl dizilerden başlayarak, haberlerin diline kadar şehirlerdeki başı boş köpek meselesi sorunların çözülmesine değil yeni sorun alanı inşa etmek üzere siyasi bir argüman olarak kullanılıyor.
“Köpeklerle bir arada yaşamalıyız” diyenlerin bir kısmı işin ucunu kaçırıyor. Markete devasa köpeği ile girenler, çocukların köpekten korkmasını ailelerinin sevgisizliğine bağlayacak kadar buyurgan bir edada, köpeğin market raflarını dağıtmasını normal kabul ediyor. Ya da elinde market torbaları ile sokak köpeklerine yiyecek dağıtanlar, köpeklerin başka insanlardan da aynı ilgiyi bekleyebileceğini ve umduğunu bulamadığında daha “istekli” davranabileceğini hiç aklına getirmiyor.
Bostancı -Küçükyalı- Maltepe semtlerindeki gözlemlerimden yola çıkarak söylüyorum, bazı mağazalarda mağazanın ortasında yatan devasa bir köpek bulunuyor. İçeri girenler alışverişine o köpeğin huzurunu bozmadan onun etrafında dolaşarak devam etmek zorunda bırakılıyor. Sorun şu ki kulağında küpe olan o hayvanın aşılarının sahiden yapılmış olduğuna dair kesin bilgiye sahip değiliz. Türkiye’nin pek çok şehrinde kulağı küpeli hayvanlar tarafından ısırılan ve hayatını kaybeden çocuklar ve yetişkinler oldu.
Şehir içinde köpeklerin hürriyetini savunanlara hitaben şunu söylemek isterim ki, köpeklerin gün içindeki davranışları ile sabahın erken saatlerinde sürüler halinde dolaştıkları saatlerdeki davranışları bir hayli farklı. Büyük ihtimal sabahları aç olduklarından köpek sürüleri bir hayli saldırgan oluyor. Sabahın erken saatlerinde kentin köpekler tarafından istila edilmiş halini bilmeyenler, köpekten korkanlara yanlarında ekmek taşımalarını, bir parça ekmek ile köpeklerin saldırısından kurtulabileceklerini söylüyorlar. Bir parça ekmek ve onlarca köpek. O saatlerde onca aç köpeğin arasından bir parça ekmek ile yola devam etmek pek kolay olmasa gerek.
Kentlerde köpek sorununu ve Türklerin köpek sevgisini bir arada ele almak ve meseleyi modernleşme tarihimiz üzerinden değerlendirmek gerekiyor ki bu konuda Ekrem Işın’ın modernleşme tarihini mekânlar, insanlar, hayvanlar ve bitkiler üzerinden değerlendiren analizleri çok kıymetli. Nitekim İstanbul Araştırmaları Merkezi’nde hazırlamış olduğu “Dört Ayaklı Belediye: İstanbul’un Sokak Köpekleri” adlı sergisine gitmiş, Tanzimat modernleşmesinin şehrin dokusuna, özellikle de İstanbul sokak köpeklerine dayanan ucuna ürpererek tanık olmuştum.
Batılı şehir planlamacılarının rehberliğinde İstanbul’un sokak köpeklerinden temizlenme hamlesi II. Mahmut zamanda başlıyor, fakat esas hamle 1910 yılında İttihat Terakki Hükümeti tarafından İstanbullunun vicdanında derin bir sızıya sebep olan köpek ıtlakı oluyor. Köpekler şehirden sürgün ediliyor. Hayırsız Ada’dan yükselen aç köpeklerin uluması, birbirini yiyen köpeklerin sesi Bostancı ve Fenerbahçe kıyılarından duyuluyor. Nitekim halk Balkan Harbi hezimetini “Köpeklerin ahı tuttu” diye yorumluyor.
II-
Türk kültüründe hayvanlar sevilir. Evin hayvanları ziyadesiyle sevilir. Evin kedisi, köpeği, kuzusu, koyunu, tavuğu, horozu, isim verilecek kadar benimsenir. Konar-göçer kültüründe hayvan kıymetlidir. Ancak modernleşme ile birlikte hayvanlarla birlikte yaşama sorun haline gelir. Biz ve onlar ayırımında ilk bakışta ortaya çıkan Batı’nın modern şehirlerinin köpeksizliği, İstanbul sokaklarının başıboş köpekler tarafından işgal edilmişliğidir. İstanbul’un sokak köpekleri Batılı pek çok seyyahın satırlarına konu olmuştur. Meseleye olumlu yaklaşanlar olduğu gibi modern kent anlayışına uygunsuzluğu açısından da ele alanlar da olmuştur.
Sahipsiz köpekler modernleşme ile birlikte sorun haline gelmekte birlikte kırsal kesimde “sahipli köpek”lerin çiftçilikle uğraşanlara yaptığı eziyet şehirde pek bilinmez.
Biraz sonra dikkatinize sunacağım olay 1900’lerin başında geçiyor, ibret olarak dilden dile aktarılıyor.
Hikâye şöyle:
Sarı Oğlan diye bilinen çoban sadece kendi köyünün değil bütün komşu köylerin yaylalarını kendi malı gibi benimsemiş kendi sürüsünden başka hiçbir sürüyü yaylamaya bırakmıyor. Nereden alıyor bu gücü? Kara köpeğinden.
Sarı Oğlan›ın kara köpeği deyince bir durmak lazım. Derler ki Sarı Oğlan mı daha akıllıydı köpeği mi dersen sürüyü güden köpek idi, Sarı Oğlan köpeğine amade sürüye hiç dokunmadan kavalını üfler, sürüsünü büyüttükçe büyütürdü.
Üç köyün yaylasında kendi sürüsü ve kara köpeği, gökte uçan kuşlardan, yerde gezen börtü böcekten başka kimseyi yanına uğratmayan Sarı Çoban köyüne hiç inmez, bir Allah’ın kulu ile selamlaşmazmış. Babası, oğlunun bu yabani halinden hiç hoşnut olmasa da sürüsünün her yıl artışından memnun, hayvanların bir taraftan yünü bir taraftan sütünden yaptıkları yağ ve peynir, her yıl sattığı kuzularla o yıllarda pek kolayına rastlanmayacak nakit para ile ağalığının namını yürütürmüş.
Sarı Çoban’ın babası zenginleştikçe diğer sürülerin sahipleri fakirleşmiş. Yeterince doyamayan hayvanların yeterli sütü olmadığı gibi kuzular da bakımsızlıktan telef olmuş.
Üç köyün çobanı toplanmış, demişler ki bir kancıklama yapalım. Kancıklama dedikleri, Sarı Çoban’ı tuzağa düşürmek. Sarı Çoban yanına kimseleri yaklaştırmadığı için jandarma kılığı ile bir adam salıp “Baban öldü” diye haber ulaştıralım demişler. Jandarma kılığında bir adam nereden bulunacak. Jandarma kılığında bir adam bulunmuş mu bulunmamış mı bu hikâyenin müphem kısmı.
Babasının öldüğü haberini alan Sarı Çoban kara köpeğine sürüyü emanet edip iki ak köpeği ile yola düşmüş. Düştüğü yolda kendisini bekleyen pusudan kurtulamamış.
Sarı Çoban’ın hikâyesi zamana yenik düşen hikâyelerden olurdu büyük ihtimal. Onun hikâyesini zamana karşı taze tutan, ardında bıraktığı vasiyeti. Oğlunun acısını yıllarca içinde taşıyan baba “Oğlumun öldüğüne ayrı yanarım, vasiyetini yerine getiremeyişime ayrı yanarım” diye gözyaşı dökmüş yıllarca.
Oğlunun vasiyeti “Ben ölünce kara köpeğimi de kefenleyip yanıma gömersiniz” imiş.
Hikâyeyi dinleyenler yıldan yıla farklı sorular sordular.
Yıllara göre soruların kaydı tutulmuş olsaydı, aynı olayın farklı kuşaklarda merak edilen izi diye bir makale bile yazılabilirdi. Sorulan sorular yıldan yıla değişse de esas mesele, adil olma meselesi hiç değişmedi.
Velhasıl Tanzimat modernleşmesinden dijital modernleşmeye “köpek sorunu”nun sorumlusu köpekler değil insanlar.