6’lı muhalefetin de HDP ve Kürt sorunu konularındaki önyargılarını ve geçersiz terör tanımlarıyla bezenmiş yanlış algılarını sorgulamaya hazır olmaları gerek.
HDP’nin 3 Temmuz’da yapılan 5. Olağan Kongresi’nde, Eş Genel Başkanlar Pervin Buldan ve Mithat Sancar, Türkiye’de demokratik siyâsetin geleceği bakımından önemle üzerinde durulması gereken mesajlar verdiler. Buna ek olarak, tutsaklığı devam eden Selâhattin Demirtaş’ın Kongre’den iki gün sonra yayınlanan “İğneyi Kendimize” başlıklı yazısı da dikkât çekiciydi.
Hem Kongre mesajlarının, hem de Demirtaş’ın biraz da partiye yönelik “özeleştiri” kokan yazısında dile getirilen görüşlerin, siyâsetin geleceği bakımından çok önemli unsurlar taşıdığı açık. Aşağıdaki satırlarda Kongre mesajları ile Demirtaş’ın yazısını birlikte ele alıp değerlendirmeye çalışacağım. Ancak, bunlara geçmeden önce, hâlen devam etmekte olan HDP’nin kapatılmasını talep eden dâvâ ile ilgili bir değerlendirme yapmak istiyorum.
HDP hakkındaki kapatma dâvâsı, medyadan izleyebildiğim kadarıyla, karar aşamasına yaklaşmış vaziyette. Bu konuda, AYM’nin vereceği karardan bağımsız olarak, taraflı tarafsız herkesin teslim etmesi gerektiğini düşündüğüm bir gerçek şu: HDP, bugün Türkiye siyâsetinin en büyük üçüncü partisi. Kamuoyu yoklamaları, HDP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerindeki oy oranına yaklaştığını, hattâ bâzı araştırmalara göre bu târihteki %13.1’i de geçerek, %15’leri zorladığını gösteriyor. Buna göre, HDP’nin seçmen kitlesinin bugün îtibâriyle 8 milyonun üzerinde bir sayıya ulaştığını söylemek mümkün görünüyor.
Bu “niceliksel” büyüklüğüne, HDP seçmen tabanının “niteliksel” özelliklerinin ağırlığını da eklediğimizde, HDP’nin Türkiye’de demokratik siyâsetin geleceği bakımından en önemli aktör olduğu daha net olarak ortaya çıkıyor. Zirâ HDP seçmeni, bütün baskı ve zorlamalara karşın, başta Kürt sorunu olmak üzere Türkiye’nin demokratikleşmesini engelleyen hemen tüm sorunlarda net bir duruşa sâhip ve bu duruş değişmiyor. Dolayısıyla, bir mukayese yapmak gerekirse, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın HDP’nin kapatılması yönündeki girişimini 2008’de AKP’nin kapatılması girişimiyle birlikte düşünmek mümkün.
Hatırlanacağı üzere, AKP hakkındaki kapatma dâvâsı sırasında, kapatmaya karşı en önemli argüman, AKP’nin %47 civârında bir oy alarak, Türkiye’nin en büyük partisi olduğu ve bu partiyi kapatmanın halkı veyâ Türkiye’yi kapatmak anlamına geleceği yönündeydi.
HDP’nin bugünkü durumu da bu açıdan bir benzerlik göstermektedir. Evet, HDP’nin oy oranı görece sınırlıdır ama bu niceliksel veri, partinin niteliksel ağırlığını gölgelememelidir. Nitelik olarak bakıldığında, HDP’nin kapatılması HDP seçmen tabanının, HDP’ye yönelik halk teveccühünün önünün kesilmesi anlamına gelecektir. Bu da, hem Kürt sorununu hem de Türkiye siyâsetinde Kürtlerin irâdesini yok sayan anlayışın güçlendiğini gösterecektir. Ayrıca, Türkiye’nin 1961 Anayasası’ndan bu yana AYM tarafından verilmiş olan bütün parti kapatma kararları, Refah Partisi hâriç, hukuka aykırı kararlar olarak tescil edilmiş durumdadır. HDP hakkındaki kararı kesin olarak bilemeyiz tabiî ama, partinin kapatılmasının içinde bulunduğumuz “anti-hukuk” baskıcılığına yeni bir katkı olacağını görmek için kâhin olmaya da gerek yoktur.
Gelelim HDP ile Türkiye’nin demokratik siyâsî geleceği arasındaki ilişkiye. Cumhuriyet’in ilk yüzyılını geride bırakıp, ikinci yüzyıla başlayacağımız günlere çok az bir zaman kaldı. Türkiye, bu ikinci yüzyıla bir “demokratik cumhuriyet” olarak mı girecek, yoksa, en iyisinden, yüzyıldır olduğu gibi, ağır aksak, sık sık otoriter, faşizan olağanüstü dönemler yaşayan, eksik, sınırlı ve kusurlu siyâset anlayışının egemenliği devam mı edecek? Benim şimdi böyle formüle ettiğim sorular, Kongre’den çıkan mesaja da tekâbül ediyor. Kanımca Kongre’de verilen en güçlü mesaj, önümüzdeki seçimlerin bir “iktidar değişimi seçimi” değil, “Türkiye’nin demokratik yeniden inşâ sürecinin seçimi” olacağı yönündeydi ve HDP’nin kitlesel olarak bu ikinci hedefe kilitlenmiş olduğu vurgulanıyordu.
HDP dışındaki “6’lı masa muhalefeti”nin -kısaca “6’lı muhalefet” diyelim- bugünkü vizyonu ise, “güçlendirilmiş parlâmenter sistem” olarak kamuoyu önünde açıklanmış vaziyette. Bu vizyon, mevcut otoriterlikten kurtulmayı vaad ediyor ama, demokratik bir gelecek inşâ etmek için gerekli unsurları tam olarak içermiyor. Bu nedenle de, ikinci yüzyıl için “kusurlu çok-partili parlâmenter sistem” ötesinde demokratik bir gelecek öngörmüyor. Çünkü, bugün içinde bulunulan anti-demokratik yapılanmanın temel sebebinin 2017’de kurulan “Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi” denilen başkancı sistem olduğunu kabûl ediyor. Oysa, bugünkü ağır baskıcı yönetimin inşâsı, evveliyatı olmakla birlikte, 2015 Şubatı’nda açıklanan Dolmabahçe Mutabakatı’nın reddedilmesiyle başlar ve asıl ardındaki sebeb Kürt sorunu ile ilgili olarak sürdürülmekte olan “çözüm ve barış süreci”nin sona erdirilmesidir. Bir diğer deyişle, kusurlu parlâmenterizmden bugünkü tek adam otoriterliğine evrilme sürecinin arkasındaki temel belirleyici etken Kürt sorunudur.
Kongre’de Sancar ve Buldan’ın konuşmalarındaki bâzı net vurgular da, bana aslında yukarıda 6’lı muhalefete yönelttiğim eleştirinin bir tür yansıması gibi görünmektedir. Örneğin Sancar, konuşmasının can alıcı önemdeki bir yerinde, 6’lı muhalefetin HDP ile şeffaf bir kamusal temas olmaksızın ve HDP’nin kabûl edemeyeceği bir aday belirleme süreci gerçekleştirmesi durumunda, HDP’nin kendi Cumhurbaşkanı adayı ile seçime girme kararı verebileceğini -bence biraz da uyarı kâbilinden- dile getirmiştir.
Bu, aslında, HDP’nin yukarıda değindiğim anlamda hem niceliksel büyüklük, hem de niteliksel ağırlık anlamında ciddî bir aktör olarak Türkiye’nin demokratik geleceğinin inşâsı için vazgeçilmezliği vurgulamakta, ama zımnen de olsa bu demokratik gelecek vizyonunun Kürt sorununun çözümünden bağımsız bir biçimde oluşturulamayacağını da ifâde etmiş olmaktadır. Pervin Buldan’ın Kongre konuşmasındaki “Kürt sorununun çözüm yeri TBMM’dir” ifâdesi de aslında bu paraleldedir ve birbirini tamamlayan değerlendirmeler olarak kaydedilmelidir.
Bununla birlikte, 6’lı muhalefetin HDP ile herhangi bir temas veyâ yakınlık kurmakta son derece çekingen davrandığı da açık bir gerçektir. Bu çekingenliğin temel sebebi ise, mevcut siyâsî iktidarın HDP’yi kriminalize etme çabalarından kaynaklanmaktadır. HDP’yi şiddetle doğrudan ilişkili bir siyâsî varlık gibi gösterme çabası, belli ki, 6’lı muhalefet nezdinde de ve bu muhalefetin seçmen tabanında da başarılı olmuş gibi görünmektedir. HDP’yi kapatma girişimine de zemin oluşturan bu kriminalize etme çabası, HDP ile “terör” ilişkisi üzerinden kurulmaktadır. Oysa, Türkiye’de bugünkü siyâsî iktidar tarafından kullanılan, ülkenin anti-hukuk düzensizliğinin de temel unsurlarından olan “terör” tanımının uluslararası siyâsette ve daha da önemlisi evrensel hukuk anlayışında ciddî bir karşılığı bulunmamaktadır. Mevcut siyâsî iktidar, İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği ile ilgili sürecin bu aşamasında bir kez daha görüldüğü üzere, kendi terör tanımını müttefiklerine dahi siyâsî düzeyde bile kabûl ettirebilmiş değildir. Hukukî açıdan baktığımızda ise, örneğin AİHM kararları, Türkiye’nin savunduğu türden bir “terör tanımı”nın nasıl hukuk dışı ve dolayısıyla geçersiz olduğunun sayısız örneği ile doludur.
Bu açıdan, HDP’nin 6’lı muhalefetin bu çekingenliğini giderecek bir yönde yapabileceği şeyler var mıdır? Selâhattin Demirtaş’ın “İğneyi Kendimize” başlıklı yazısında sözünü ettiği “Türkiye açılımı”nı ben biraz bu bağlamda düşünmek eğilimindeyim. Demirtaş’ın bu bağlamda, “siyâset ile şiddetin birarada olamayacağını Türkiye’ye uygun bir dille anlatmak gerektiği” yönündeki vurgusu, öteden beri buyurgan bir tarzda dile getirilen “HDP Türkiyelileşmelidir” kipindeki bir söylemden farklıdır.
Gerçekten de, “Türkiyelileşmek” diye bir şey söz konusu ise bu, öncelikle HDP dışındaki siyâsî partiler için söz konusudur. HDP’nin Türkiye’nin siyâsî hayatındaki niceliksel ve niteliksel ağırlığı ortadadır. Buna karşılık HDP’nin kitlesel destek bulduğu pek çok Türkiye bölgesinde HDP dışındaki partilerin çoğunun esâmesi dahi okunmamaktadır.
Dolayısıyla, “HDP Türkiyelileşmelidir” boş buyurganlığı ile Demirtaş’ın “Türkiye açılımı” yaklaşımı arasında, kanımca, uzak yakın bir ilişki yoktur. Demirtaş’ın değerlendirmesi, “Kürt açılımı” beklenen muhalefete HDP’nin kendisini daha iyi, daha net bir biçimde anlatması yönündeki bir sesleniştir. Kuşkusuz bu, HDP’ye ağır bir yük yüklemektedir. Hem Kürt sorununun çözümü ve barış ve demokrasi için yapılması gerekenleri anlatacaksınız, hem de muhataplarınızın sizinle temas kurmaktaki çekingenliğini gidermek üzere, o çekingenliğin zeminin oluşturan “şiddet” unsurundan uzakta durduğunuzu da gösterebileceksiniz. Bu ağır yükün altından kalkılabilmesi için, 6’lı muhalefetin de HDP ve Kürt sorunu konularındaki önyargılarını ve geçersiz terör tanımlarıyla bezenmiş yanlış algılarını sorgulamaya hazır olmaları gerek. Böyle bir ön hazırlık yoksa, Kongre’de verilen “demokratik yeniden inşâ” mesajının karşılık bulması da zor olacaktır.
Kaynak: Farklı Bakış