Eyyub (Ayuba) Süleyman Diallo, 1701’de Senegal’in doğusundaki Bundu platosunda, âlim bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi. Bundu, Eyyub’un dedesi tarafından kurulmuştu. Babası Süleyman Diallo da hem dinî hem de siyasî yönüyle bütün bölgenin yakından tanıdığı bir isimdi. Genç yaşında Kur’ân’ı ezberleyerek hafız olan Eyyub, Mâlikî mezhebi üzere İslâmî eğitimini tamamladı. Erkenden evlendi, 30’lu yaşlarına ulaşmadan çok sayıda evladı dünyaya geldi.
1730’da Gambiya taraflarında bir yolculuktayken, Eyyub Süleyman Diallo, etrafını saran yerel köle tacirleri tarafından kıskıvrak yakalandı. Eyyub’u zincire vuran tacirler, sakalını tıraş ettikten sonra onu Yeni Dünya’ya köle transferinde kullanılan Arabella gemisine aktararak, kaptan Stephen Pike’a teslim ettiler. Arabella, yaklaşık altı ay sonra Annapolis’e -bugün ABD’nin Maryland eyaletinin başkenti- yanaşırken, karaya çıkarılan 150 kadar kölenin içinde Eyyub da vardı. Senegal’in şimdiki başkenti Dakar açıklarında, Goree adasından gemiye yüklenen diğer yüzlerce köle, Atlantik geçilirken veya mola verilen ada ülkelerindeyken ölmüş, cesetleri ya denize atılmış ya da topluca gömülmüştü. Eyyub şanslı sayılırdı, en azından hayattaydı.
Annapolis’te Eyyub’u satın alan beyaz aile, önce onu tütün plantasyonunda istihdam etti. Son derece ağır şartlar altında ve yoğun bir tempoda çalışan Eyyub, dindar bir Müslüman olarak namazlarını hiç aksatmıyor, Kur’ân’ı da ezberinden sürekli okuyordu. Namazlarını kılabilmek için gündüz işe biraz ara veriyor, yakınlardaki ormanlık alana gidiyordu. Efendileri onun bu “kaytarmalarını” affetmeyerek kendisini hapse attırdılar. Hapishane, Eyyub için yeni bir sayfanın açılması anlamına gelecekti:
Mahkeme aşamasında, iş için bölgeye gelen İngiliz avukat Thomas Bluett, Eyyub’un okuma-yazma ve ezber yeteneğindeki sıra dışılığı fark etti. Bluett, uzunca bir zaman sohbet ettiği Eyyub’un, Senegal’deki babasına bir mektup yollamasına yardımcı oldu. Mektup, Afrika’ya doğru çıkacağı yolculuk öncesinde bölgenin tanınmış girişimcilerinden James Edward Oglethorpe’un ofisine ulaştı. Kendisi de bir İngiliz olan Oglethorpe, dikkatini çeken mektubu tercüme ettirince içeriğinden çok etkilendi ve Eyyub’u efendilerinden satın alarak serbest bıraktırdı. Üstelik bununla da kalmadı, onu Thomas Bluett’e emanet ederek ikisinin Londra’ya gitmelerini sağladı. Eyyub ve Bluett, 1733’ün Nisan ayında Londra’ya ulaştılar.
Siyahî köleleri tamamıyla yabani, vahşi ve eğitimsiz bir “alt sınıf” olarak tasavvur eden İngiliz elitleri için, Eyyub çarpıcı bir istisnaydı. Eyyub, ertesi yıl, 1773’teki vefatına dek hiç ayrılmayacağı Senegal’e dönünceye kadar, Londra’da geçirdiği aylar boyunca ilgilerin odağındaydı. Öyle ki, dönemin ünlü ressamlarından William Hoare, onun büyük bir portresini dahi yaptı. Eyyub, tuvalin üzerinde, boynunda bizzat ezberinden yazdığı Mushaflardan biriyle arz-ı endam ediyordu. Hoare’in eseri “Şanslı Köle” adıyla şöhrete kavuşacak, aradan yüzyıllar geçtikten sonra da, 2009’da tam 530,000 sterlin müzayede bedeliyle Katar tarafından satın alınacaktı.
Geçtiğimiz çarşamba günü, Dakar Limanı’ndan bizi Goree adasına götürecek olan feribota bindiğimde, zihnimde dönüp duran şey şuydu: Vaktiyle tarif edilmez acıların yaşandığı mekânları, şimdi “turist” sıfatıyla ziyaret ederken ve ellerimizde akıllı telefonlarımızla üst üste fotoğraflar çekerken, herhalde içine düştüğümüz duruma en uygun başlık “kölelik turizmi” olurdu. Goree’de, bir zamanlar beyaz efendilerin yaşadığı kolonyal mimarî tarzı muntazam evleri, kölelerin gemilere istif edilmeden önce satışa çıkarılıp sergilendiği büyük kırmızı binayı, nihayet denize açıldıkları “geri dönüşü olmayan kapı”yı, zindan ve zincir kalıntılarını hep bu nazarla izledim. İnsan hangi zamanda yaşayacağını kendi seçmediğine göre, onlara köleliğin bize ise turizminin düşmüş olmasındaki esrâra akıl erdiremeyerek…
Goree’de teselli bulduğum tek mekân, adanın bir ucunda, okyanusun kenarına inşa edilen şirin cami oldu. Taşlara abanan dalgaların çığlıkları arasında namazlarımı kılarken, caminin öyküsü de içimde yankılanıyordu: Secdeye kapandığımız mabet, eskiden bir Hristiyan’ın eviymiş. 1825’te, adamcağız Müslüman komşularının namaz kılabilmesi için evini onlara bağışlamış. Ne dersiniz, sadece bu kısacık öyküden bile koskocaman bir roman çıkmaz mı?