Öteden beri gelen alışkanlıklarımız, yüzyıllar boyunca şekillenen teamüllerimiz ve anlayışımız gereği devleti önemseyen bir milletiz. Devletin bizdeki yeri bir bakıma kutsaldır, toz kondurmayız. ?Baba? addeder, söz söyletmeyiz. ?Devletin bekası? kırmızı çizgimizdir, insanı yaşatmak için bile ?devletin yaşaması? sonucunu ortaya koyarız.
Yüzyıllar boyunca içimize işlemiş olan devlet kurma pratiğimiz, her durumda bir devlete ihtiyaç hissetmemizi sağlamıştır. İşgale de uğrasak, kurtuluş için savaş da versek bir devlet çerçevesinde işleri yürütmeyi tercih etmişizdir. Kargaşa dönemleri için bile ?ya kuzgun leşe, ya devlet başa? diyerek devlete verdiğimiz önemi ortaya koymuşuzdur.
Devlet, bir normdur aslında, bir kurallar bütünüdür, işlerin yürümesini sağlayan bir erktir. Bizim devleti algılayışımız ise korku-saygıyla karışık bir sahiplenmedir. Devlet, bu sebepten ?baba?dır bizim için. Yanlışını, hatasını görsek de baş kaldırmayışımız da bundandır. Elbette ki adil ve hakkaniyetli oluşunu, herkesi gözetmesini beklememiz de yine bundan kaynaklanır.
Bu çerçevede, toplumun içine işleyen hususlardan birisi de ?her şeyi devletten beklemek? olarak özetlenebilecek bir haldir. Toplumun fertleri olarak, gayet normal olarak devletten beklentilerimiz vardır. İnsanlar, düzenleyici, denetleyici, kural koyucu bir otoriteye duydukları ihtiyaç sebebiyle sürekli bir beklenti içindedirler devletten. Sağlık, eğitim, adalet vs gibi hususlar, bir toplum için en temel ihtiyaçlardır ve ortada bir devlet olgusundan bahsedilecekse de, toplumun fertleri olarak bu konularda beklenti sahibi olmak da doğaldır.
Ancak, bu ?her şeyi devletten beklemek? durumu, insanların üzerine yüklenen sorumlulukları es geçmek anlamına gelmemelidir. Toplumun her bir ferdi, birlikte yaşamanın getirdiği sorumluluklarla karşı karşıyadır. Devlet, kuralları koyup bu kuralların işlemesini sağlayan bir mekanizmadır. Fertler ise, bu kurallara uymakla mükelleftir. Ve çevresine, insanlara, topluma bakışta da sorumlu ve duyarlı bir çerçevede olmak durumundadır. En azından bilinçli bir fert böyle davranmalıdır.
Ancak, ?her şeyi devletten beklemek? olarak formüle edilen ?edilgen? halet-i ruhiyeye kendimizi fazla kaptırıyoruz ve ?etliye sütlüye karışmaz? hale geliyoruz maalesef. Elbette ki, devletin üstüne düşen sorumluluklarını yerine getirmesini beklemek en doğal hakkımızdır ve toplumun fertleri olarak ?durumdan vazife çıkarmamız? da söz konusu olamaz. Mesela, devletin yetkili organları, adalet mekanizması, gereğini yerine getiremiyor veya ağır işliyor diye herkesin kendi adaletini uygulaması diye bir şey söz konusu olamaz. Olursa da, herkesin kendi adaletini sağlamaya çalıştığı ?orman kanunları? geçer akçe olur toplumda.
Toplumun fertleri olarak, belli bir bilinç düzeyine doğru zorlamalıyız kendimizi. Bütün gelişmiş toplumlarda, devlet kendi üstüne düşeni yaparken, toplumun fertleri de kendi üstlerine düşen sorumlulukların bilincindedir. ?Her şeyi devletten beklemek? edilgenliği yerine birbirlerine yardımcı olmaya, çevreyi, doğayı korumaya, tüm canlılara merhametle yaklaşmaya, toplumu bozacak hal ve tavırlara müsamaha göstermemeye gayret ederler. Şehirlerini ranta kurban etmeyip sahip çıkmak, kötülükleri def edip iyilikleri çoğaltmak için çalışmak, günlük hayatın bir pratiğine dönüşebilir. Tabii ki, devlet üzerine düşenleri yaptıktan sonra bütün bunlar geçerli olacaktır.
Toplumum faydası, ülkenin selameti için çalışmanın ön koşulu, örgütlü bir toplum olabilmek, kolektif bir bilince erişebilmekten geçiyor artık. Kolektif bir iyiliği kuşanmak üzerimize vazifedir. ?Kötülüklerden nehyedip, iyilikleri emretmek? emrini anlasak, herkes için huzur, sükun ve selamet de daha bir mümkün olacaktır.
Tabi ki, öncelikle başka insanlara karşı saygı, hoşgörü ve tahammül göstermek kaydıyla?