Sait Alioğlu değerlendirdi;
Temel kalkış noktasını, hilafetin yeniden dirilişi ve ihyası olarak belirlemiş bulunan ve tüm sayılarında hilafet bağlantılı konuları işleyen Köklü Değişim Dergisi, 2021 Haziran sayısında; Osmanlı son döneminde İttihatçı kadroların marifetiyle Türk milliyetçiliği/ulusalcılığı üzerinden yürüyerek büyüyen ve onlarca yıl içerisinde kangrene dönüşen Kürt Sorunu’nu masaya yatırmış bulunmaktadır.
Adı geçen dergi bu sayısında, Müslüman camiada bulunan kanaat önderleri, sivil toplum temsilcileri, birkaç dernek yetkilisi ve bir, iki akademisyenin görüşüne başvurarak bir soruşturma gerçekleştirmiş bulunmaktadır.
Konu ile ilgi olarak görüşüne başvurulan kişiler; tarihçi yazar Ahmet Ay, araştırmacı yazar Aydın Usalp, siyaset bilimci Dr. M. Kürşat Atalar, 24. Dönem Diyarbakır Milletvekili Cuma İçten, Özgürder Genel Başkanı Rıdvan Kaya, Hüdapar GİK Üyesi Şeyhmus Tanrıkulu, Mazlumder Genel Başkan Yar. Av. Nesip Yıldırım, 23. Dönem Batman Milletvekili Av. Mehmet Emin Ekmen, Hak İnisiyatifi kurucu üyesi Reha Ruhavioğlu ve Dicle Ünv. Öğr. Görevlisi(sosyolog) Doçent Dr. Vahap Coşkun idi.
Görüşlerine başvurulan kişilere;
“1-Cumhuriyet öncesi dönemde, Kürt halkının Anadolu ve Kürdistan bölgesinde toplumsal ve siyasi durumu nasıldı? Farklı birçok kavmi içerisinde barındıran Osmanlı Hilâfet’i Kürtlere karşı negatif ayrımcılık yapmış mıdır? Osmanlı döneminde ortaya çıkan Kürt ayaklanmaları kavmiyetçilik temelli ayaklanmalar mıdır?
2-Cumhuriyetin ilk döneminde yaşanan Şeyh Said kıyamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kürt Meselesi olarak konuşulan ve tartışılan sosyal ve siyasi olgu üzerinde bu kalkışmanın bir etkisinin olduğunu düşünüyor musunuz? Şeyh Said kıyamını başlatan sebep nedir? Kürtçülük müdür yoksa Hilâfet’in yıkılması mı?
3-Kürt Meselesi ve terör sorunu aynı mı yoksa farklı farklı şeyler midir? Her ikisinin çıkış noktasını değerlendirdiğinizde Kürt Meselesi ve terör sorununun kaynaklarını hangi faktörler temelinde açıklarsınız?
4-Gerek Türkiye’de gerek İran, Irak ve Suriye gibi ülkelerde Kürt Meselesi gündeme geldiğinde, konu sürekli olarak dış güçler ve sömürgeci devletler ile ilişkilendirilir. ABD ve Avrupa Birliği ülkeleri ile Kürt Meselesi arasındaki ilişki sizce nedir? Bu Batılı ülkeler neden Kürt Meselesini sürekli gündemde tutmaya çalışmaktadırlar?
5-ABD’nin, PKK ve Suriye’deki PYD-YPG gibi gruplara yüksek miktarda silah desteği sağladığı deklare edildiği hâlde, Türkiye’nin ABD’yi müttefik olarak görmesi ya da bu meselenin Türk-Amerika ilişkilerine bir sorun olarak yansımamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’nin bu çelişkiyi çıkarlar temelinde açıklamaya çalışması sizce ilkeli bir dış politika mıdır?
6-Terör sorunu, oy kaygısı ve seçim kazanma planı üzerine yürütülen günlük politikalarla bugüne kadar çözülemedi. Buna rağmen aynı yöntem ve metotlarla çözülmeye çalışılmasını nasıl izah ediyorsunuz?
7-Türkiye’deki siyasi parti, sivil toplum kuruluşları ve kanaat önderlerinin Kürt Meselesi ve terör sorununun çözümünde üstlenmesi gereken rol nedir? Neler Yapılmalı?
8-Erken seçim ya da 2023 için ittifaklar üzerinden Kürt Meselesinin gündeme taşınması çözüme katkı sunabilir mi?
9-Kürt Meselesinin sizce HDP ve terör sorunu üzerinden konuşulması doğru mudur? HDP Müslüman Kürt halkını ne kadar temsil ediyor?
10-Kürt Meselesi ve terör sorununun çözümünde, bugüne kadar konuşulan ve uygulanan güvenlikçi yaklaşım, ulusçu ve kimlikçi yaklaşım, liberal ve demokratik yaklaşımları değerlendirdiğinizde sorun ile bu yaklaşımlar arasında nasıl bir ilişki görüyorsunuz? Soruna İslâmi bir çözümün katkısını nasıl görüyorsunuz? Bu sorunun İslâmi çözümü nedir?” başlıklı sorular yöneltilmiş bulunmaktadır.
Yapılmış bulunan bu soruşturma bağlamında, katılımcılar, kendilerine tevcih edilen soruları, kendi bakış açıları çerçevesinde, var olan bilgi birikimleri ile konuya/soruna dair gözlem ve kanatlarını dile getirmeye çalışmışlar…
Konu ile ilgili olarak kendilerine soru sorulan katılımcılara ek olarak, dergi yazarlarından Mahmut Kar, soruşturma kapsamında; “Öncesi ve Sonrası ile Kürt Meselesi ve Çözüm Arayışları” başlığı altında konuya giriş sadedinde içerisinde bulunduğu hareketin görüşlerini, işin tarihi, sosyal ve siyasal(hilafet) boyutuna dair bir sunumda bulunmuştur.
Mahmut Kar ile birlikte yine derginin yazarlarından Süleyman Uğurlu’da, konu hakkındaki görüşlerini belirtmeye çalışmış…
Mahmut Kar “Öncesi ve Sonrası ile Kürt Meselesi ve Çözüm Arayışları” başlıklı yazısının başlarında, konuyu anlamamız açısından şu uzun giriş cümlesini dikkatimize sunmaktadır: “Kürt meselesi ve terör sorununu öncesi ve sonrası ile kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutmak, ikisinin (öncesi ve sonrası) arasına bir şey koymayı gerektirir. Yani neyin öncesi ve sonrası üzerinden Kürt meselesinin değerlendirileceğini ortaya koymak için somut bir tarih vermek veya bir döneme işaret etmek gerekiyor. Coğrafyada yaşayan Kürt halkının tamamı için bu tarih, 3 Mart 1924 Hilâfet’in kaldırılmasıdır. Türkiye topraklarında yaşayan Kürt halkı için ise bu Cumhuriyet dönemidir. Türkiye toprakları ve coğrafyanın tamamı ayrımını yapmamın bir sebebi var. Zira Kürt meselesi sadece Türkiye toprakları ile sınırlı kalan bir mesele değil, Suriye, Irak ve İran topraklarının da meselesidir. Bu sebeple meseleyi sadece Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgesinde yaşayan Kürt halkının kimliklerine yönelik bir baskı, ayrıştırma ve ötekileştirme üzerinden değerlendirmek yerine, Hilâfet sonrası Ortadoğu’daki tüm halklar üzerinde uygulamaya konulan bölgesel ve uluslararası politikalar üzerinden değerlendirmek daha doğru olur.”
Kürşat Atalar, ilk soruyu cevaplarken, Kürtlerin yaşadıkları bölgelerdeki itiraz ve isyanlarının milliyetçilik temelinde olmadığının altını çiziyor; “Osmanlı döneminde “milliyetçilik” akımından etkilenenler, daha çok, Batılı fikirlerle temas yoğunluğu olanlardır. Genç Osmanlılar ve İttihat Terakki’nin elit kadrosuna bakıldığında bu görülür. Dolayısıyla, o dönemde gündem belirleyecek güce sahip bir elit kitlesi olmayan Kürt etnisitesinin, Batılı milliyetçilik akımından (örneğin Türk unsurlara göre) daha az etkilendiği kanaatindeyim. Bu yüzden, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde eğer bir itiraz veya isyan söz konusu olmuşsa bunun “milliyetçilik” temelli olduğunu söylemek zordur.”
Hakikaten de, Osmanlı tebaası olan gayr-i Müslim unsurların itiraz ve isyanlarını milliyetçilik/nasyonalizm temelinde değerlendirmiş olsak da, bu itiraz ve isyanların, Kürtler başta olmak üzere, sair Müslüman kavimler açısından büyük oranda ekonomik temele irca edilebileceği, ama henüz milliyetçiliğin işin içerisinde olmadığı söylenebilir.
Belli çevrelerce sıklıkla dile getirilen “Kürtler, Osmanlıya karşı yirmi dokuz kez isyan etti” serzenişinde vurgulanan olgu, her ne kadar milliyetçiliğe yönelik ise de, isyanları çoğunluğu ekonomik ve idari planda idi. PKK’nin şahsında var olduğu gözlemlenen “sözde” isyanlarının da, çokça vurgulandığının aksine, Türkiye’nin, modernleşme sürecine bağlı olarak kendine özgü dinamiklerinin birer yansımasından ibaret olduğu söz konusu idi.
Kürşat Atalar, ikinci soruyu da şu şekilde cevaplamakta; “Kürt Meselesi” denilen şey, benim nazarımda, esasen, “milliyetçilik” meselesiyle ilgilidir. Yani eğer bir “Kürt Meselesi” varsa aynı zamanda bir “Türk Meselesi” (veya benzeri türde başka etnik meseleler) de vardır! Dolayısıyla, burada asıl, “milliyetçilik” ve onun doğurduğu sorunlar üzerinde durmak gerekiyor. Bu, bir nevi etki-tepki meselesidir. Siz kendi kavmî özelliklerinizi ne kadar vurgularsanız, başka kavimlerin de benzer hissiyatlarını depreştiriyorsunuz. Ondan sonra da meselenin önü alınamıyor. Terör ise başka bir konudur. Milliyetçilikle bağlantısı vardır, ama onu aşan boyutları da vardır. Zulmün derecesiyle ilgili olabileceği gibi “dış güçler” denilen unsurla da irtibatlandırılabilir.”
Burada Atalar’ın vurgusu, Kürt meselesi ile terör olgusunun ayniliğini değil, ayrılığına işaret etmektedir.
Kürt meselesi her şeyden önce bir kimlik ve kültürel sorun, daha sonra ise, ekonomik temelli sorunlara kapı aralamaktadır. İşte bu aralanan kapılar, kapatılamadığı takdirde ister, istemez terör sorununa dönüşecek ve belki de hepi bir potada tutulup konu uluslar arası bir biçime dönüşecektir. Ki, esas tehlike burara yatmaktadır. Yine, bu tehlikeyi bertaraf etmek için, karşılıklı olarak milliyetçilik belasına toplum olarak dur denilmesi gerekirdi ki, şimdiki vasatta bunun bir hayli zor olduğu ise izahtan varestedir.
Atalar, kendisine tevcih edilen son soruya yönelik olarak şu ifadeleri kullanıyor: “Sorunun çözümünde, Müslümanların “İslami bilince” sahip olmaları hayati önem taşıyor. Bu ise zaman alacak bir iştir. Bilincin kitleleşmesi kolay olmaz. Öncelikle, düşünsel açıdan güçlü olunmalı. Sonra bu bilinç, organizasyon gücüne dönüşecektir. Bu da yetmez; ardından “siyasal mücadele” gerekir. Mücadelenin sonucu başarı da başarısızlık da olabilir. Fakat toplumsal tabana dayalı siyasi mücadeleler, şartları karşıladıklarında, genel olarak başarılı olmuşlardır. Bunu [اِنَّ اللّٰهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتّٰى يُغَيِّرُوا مَا بِاَنْفُسِهِمْۜ] “Bir kavim kendi nefsinde olanı değişmedikçe, Allah da onlara verdiği nimeti değiştirmez.” [Rad Suresi 11] ayetiyle de izah edebiliriz. Biz kendimizi değiştirirsek, Allah bizim hâlimizi de değiştirir. Niye değiştirmesin ki?! Allah hayrı isteyene hayrı verir. Kural budur. O yüzden, bendeniz, “Kürt Meselesi” olarak tabir edilen sorunun çözümünün, esas itibarıyla, İslâmi açıdan bilinçlenmekle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bu noktada ne kadar gelişme olursa, çözüme de o kadar yaklaşırız. Genel bir değerlendirme yapıldığında, her geçen gün, bu açıdan “yavaş fakat olumlu” gelişmeler olduğunu görüyoruz. Müslüman halklar, örneğin bir asır öncesi kadar “cahil” ve “yoksul” değiller! Hâlihazırdaki değişim, “kitlesel dönüşüm” için henüz yeterli değil ama trend devam ederse, inşallah o da olacaktır. Önemli olan, trendin devamıdır. Bunu sağlamanın yolu ise, “düşünsel/ideolojik” alanı beslemektir.”
Burada Atalar’ın düşünce skalasının bir izdüşümü olan ve onun ifadesiyle söylersek; “Düşüncenin okullaşması” argümanı, “ideolojik/düşünsel” alan bağlamında kendine Kürt sorununun çözümünde de sahih ve gerçekçi bir şekilde yer bulmaktadır.
İçten, o günlerin zihinsel ürünü olarak değerlendirilebilecek olan günümüz ulusalcılarının aksine, 1876 tarihinde ilan edilen I. Meşrutiyet’in ilanı ile Osmanlının her alanda yara aldığını, bu yaralanmada en çok nasibini alanların ise “biz” sigasını kulanarak Kürtler olduğunu belirtmekte olup bununla birlikte, bölgeye atanan devlet ricalinin kahir ekseriyetinin bölgenin örfünden, değerlerinden anlamayanlardan olmaları ve bunların ortaya koymaya çalıştıkları icraatlarının halifeye olan bağlılığı engellediği, ayrıştırdığı üzerine durmakta ve bunlarla birlikte şu ifadeleri de özellikle vurgulamakta; Kaldı ki temel insan hak ve özgürlükleri anlamında diğer devletler ile kıyaslandığında Osmanlı’ya söylenecek çok da fazla laf olmamalıdır.
O günden bugüne kadar bölge birer darb-ı mesel olarak anlatılan, birçoğu da yakıcı özelliğe sahip hikâyelerde yer alan, şeklen Osmanlı, ama ruhen batıcı karakterli ve buna mukabil Osmanlı “etiketli” askerî ve sivil erkânın, yer, yer din düşmanlığına varan uygulama ve söylemleri, modern karakterli Türk ulusalcılığının bıraktığı acı mirası gözler önüne sermekteydi.
Cuma İçten, aşağıda yer alan ve her biri birer fasıl olarak ele alınmayı gerektiren ifadeleri dile getirmekte;
1-Temel hak ve hürriyetlere etnik kimlik üzerinden yaklaşmak asla doğru değildir.
2-Terörün; milleti, dini, mezhebi, kimliği, rengi olmaz! TERÖR TERÖRDÜR.
3-PKK ile Kürtleri özdeştirmek Kürtlere hakarettir. PKK’nin en büyük düşmanı Kürtlerdir.
4- Kürt haklarının elde edilmesinde birinci derece soru ve engel PKK’nin bizzat kendisidir.
İçten’in bu tespiti de yabana atılmayacak bir tespit olup günümüz Ortadoğu arenasını tüm oyun kurucuları ve salt oyuncuları ile birlikte tanımlamakta ve bizlere göstermektedir; “PKK dünyanın en büyük organize olmuş ve birçok istihbarat ağı ile birlikte Ortadoğu’da kirli işlerin ticaretinde yer alan terör örgütüdür.”
***
İçten ayrıca şu tespitlerde bulunmakta:,”PKK bir terör örgütüdür, sivil katliamlar yapmakta ve en çok Kürtleri öldürmektedir. PKK’ye bir etnik köken kimliği ile bakamazsınız. PKK ideolojik Marksist ateist temellere dayanan bir terör örgütüdür ve amacı KÜRDİSTAN diye bir devlet kurmak değildir! Amacı Kürtlerin kültürel dönüşümünü sağlamaktır. Aksi durumda Irak Kürdistan ile yıllarca savaşmazdı. Son 15 yıldır PKK kongre üyelerine, KCK’ya ve diğer ülkelerdeki yapılanmalarına baktığınızda; Türk solcu ulusalcıların hâkim olduğu, birçoğunun Türk olduğu görülecektir. Her seferinde Türk solcularının elinde olan terör örgütleri ile iş birliği imzaladığını ve birlikte hareket ettiği net görülecektir. Üst kademede yer alan birçoğunun ise açıklamalarına baktığınızda bağımsız bir Kürdistan kurma hedeflerinin olmadığı net anlaşılacaktır”
Zaten bizde yukarıda, bu ifadelere benzer bir ifadede bulunmuştuk. Demiştik ki; “PKK’nin şahsında var olduğu gözlemlenen “sözde” isyanlarının da, çokça vurgulandığının aksine, Türkiye’nin, modernleşme sürecine bağlı olarak kendine özgü dinamiklerinin birer yansımasından ibaret olduğu söz konusu idi.”
İşte, bu modernleşme süreci içerisinde, Kürtlerin kendi doğal kimlikleriyle ve ülkenin diğer Müslüman halklarıyla “inanç bağı” içerisinde yaşamalarını zora sokma adına Kürtler için öngörülen Kemalizm tandaslı Türk soluna payanda kılınmak istenen Kürt soluna tevdi edilen görevin, işin esprisine muğayir bir şekilde “işçi hakları” vs. olmayıp halkın laikleştirilmesi, modernleştirilmesi ve en önemlisi de tanım yerinde ise “gâvurlaştırılması” öngörülüyordu. Bilumum Kürt solu içerisinde bu işi layıkıyla yerine getiren yapının PKK olduğu, onun, diğerlerinden daha ziyade bir proje olduğuna işaret ediyordu. Hatta onun yasal bağlaşıkları olan partilerinde o projenin “sözde” birer “demokratik” parçası olduğu hakikate aykırı düşmeyecektir. Eski AK Partili İçten’in, şimdilerde Gelecek Partisi kurucularından: “GELECEK Partisi her anlayış ve fikre sahip Kürtlerin teveccüh göstereceği tek parti rolündedir”
Ki, İçten “Şu an Türkiye’deki tüm sorunların ana sebebi CUMHURBAŞKANLIĞI HÜKÜMET SİSTEMİDİR. Sistem değişmedikçe sorunların lokalde asla çözemezsiniz. AK Parti ve MHP dışındaki tüm muhalif partiler GÜÇLENDİRİLMİŞ PARLAMENTER sisteme geçmekten yanadır. Bu sisteme ilişkin GELECEK Partisi olarak kamuoyu ile tüm detayları bir proje hâlinde paylaştık. Güçlendirilmiş parlamenter sistemin ne olduğu, nasıl uygulamalar olacağı, eski parlamenter sistemden farkının neler olduğu ile ilgili paylaşımlarda bulunan tek parti olduk.” İfadeleriyle bölgenin umudunun Gelecek Partisi olduğunu ilan etmektedir.
***
Özgürder Genel Başkanı sıfatıyla Rıdvan Kaya “Türkiye’deki siyasi parti, sivil toplum kuruluşları ve kanaat önderlerinin Kürt Meselesi ve terör sorununun çözümünde üstlenmesi gereken rol nedir? Neler Yapılmalı?” sorusunu şu ifadelerle cevaplamaktadır: “Ne yazık ki Türkiye’de Kürt sorunu gelinen noktada örtülmektedir. PKK şiddetiyle mücadelede elde edilen gelişmeler sorunun halledildiği gibi bir yanılsamaya yol açmakta, ayrıca son yıllarda giderek yükseltilen devletçi-milliyetçi yönelim nedeniyle de sorunun gerçekçi ve adil bir zeminde tartışılması giderek zorlaşmaktadır. En son “Ant” meselesinde milliyetçi çevrelerin kopardığı gürültü bu bağnaz, buyurgan ve inkârcı tutumun daha da palazlandığının somut bir göstergesi olmuştur. Bu noktada bilhassa İslâmi hassasiyete sahip çevreler ve yapıların hak ve adalet perspektifini öne çıkartarak sorunu gerçek boyutlarıyla gündemleştirmeleri, tartışmaya açmaları, önyargıların ve hayalci yaklaşımların oluşturduğu örtüyü kaldırmaya gayret etmeleri önem arz etmektedir.”
Rıdvan Kaya, anlaşıldığı kadarıyla PKK’nin, cezalandırılmak adına bir resmiyeti bulunmadığından dolayı, olan biten adına faturanın HDP’ye kesilmesi ve onun mahkûm edilmesi ile ilgili olarak şu ifadeleri anlam kazanmaktadır; “HDP’yi mahkûm etmeye yönelik çabaların Kürt halkı nezdinde tepkiye yol açtığı ve HDP’yi mağdur konumuna oturttuğu da bir gerçektir. Kemalizm’i tartışmadan Apoizmi mahkûm etmeye yönelik söylemler, tavırlar adil ve gerçekçi olmayacaktır. Bu noktada Kürt sorununa da, Türk sorununa da gerçek manada çözümü ancak “Ümmet” perspektifiyle hareket eden Müslümanların geliştirebileceği sorumluluğu ve özgüveni içinde hareket etmek durumundayız”
Bugünlerde HDP’nin kapatılması için başlatılan mahkeme süreci, o an el altında bulundurulan argümanlara sahip “yetkili” şahıslarla kendini ülkenin tek, gerçek ve meşru temsilcisi olarak gören milliyetçi/ulusalcı parti liderlerinin adeta yargıya nizamat vermesi ile başlatılmakta ve iş hızlandırılmaktadır. Bu iş, dünde böyleydi, bugünde böyle!
***
Hüdapar GİK Üyesi Şeyhmus Tanrıverdi, önceleri Kütlerinde bağlı bulunduğu Osmanlı devletinin zevali sonrasında, o zevale ve onun akabinde yeni kurulan devletin “iki milletli” bir yapıda olacağı beyanına aykırı bir şekilde karşı çıkışların olduğunu vurgulamakta; “Şeyh Said kıyamı olmak üzere kıyamları, Osmanlıdan sonra yeni kurulan cumhuriyetin kökeninde aramak lazım. Onun ulus devlet anlayışında, Hilâfet’i yıkan, İslâm’ı toplumda yaşanır olmaktan çıkaran, İslâm’a karşı mücadele eden devlet pozisyonunda aramak lazım. Yani iki temel faktör var; birincisi Türkçülüğe dayalı ulus devlet anlayışı, ikincisi ise laiklik ilkesiyle İslâm’ın sosyal yaşamdan ve devletin dinî olmasından çıkarılmasıydı. Bu durum toplumda büyük bir kırılmaya neden oldu. Neticede devletin kurucu felsefesindeki yanlışlık sonucu ülkede hemen her tarafta kıyamlar yaşandı… Ayrıca Sevr Antlaşması’nda diğer milletler gibi Kürtlere de devlet kurma hakkı tanındığını unutmayalım. Bu yüzden Mustafa Kemal’in Erzurum kongresinde ve sonrasında Kürtlerin statüsünün korunacağı yani özerkliklerinin devam edeceği sözünü vermesi, Lozan Antlaşması’nda ise İtilaf Devletleri’ne tek devlet iki millet ilkesi ile kurulacak devletin Kürtlerin de devleti olduğunun beyan edilmesi ve 1921 anayasasında bunun yer alması…” ama gel gör ki, Kürtleri de her açıdan yasal olarak tanımlaması gereken yapın daha sonraları Türk unsuruna irca edilmesi sonucunda hoşnutsuzlukların olduğunu görmekteydik.
Her ne kadar PKK, bu hoşnutsuzluğa binaen oluşturulmadığı halde, adeta Demokles’in kılıcı misali çift taraflı kesmekteydi; Bir tarafta devlete ram kılınmak istenen Türk kitlesi, diğer tarafta ise PKK eliyle modernleştirilmesi öngörülen Kürt halkı…
Tanrıverdi “Kürt meselesi HDP’den kaynaklı bir sorun değildir.” Dedikten sonra konu ile ilgili şu ifadeleri kullanmakta; “İki asra yakındır çözülmek istenmeyen ve uluslararası boyuta ulaşmış bir meseledir. Dolayısıyla Kürt meselesini HDP ve PKK ile özdeşleştirmek Kürt halkına hakarettir, ihanettir. Kürtlerin temel hak ve özgürlükler konusundaki mücadelesini basitleştirmektir… HDP’nin inanç ve kültürel olarak Kürt halkından farklı düşündüğü bir gerçektir. Devletin ret, inkâr ve asimilasyon politikaları neticesinde yaptığı zulümler, haksızlıklar nedeniyle Kürt halkının bir kesimi siyasal anlamda HDP’ye destek vermektedir. Kürt meselesinin çözümünde HDP’nin almış olduğu bu siyasal desteğin göz ardı edilmemesi gerektiği gibi, HDP ve PKK’nin Kürt halkının tek temsilcisi olmadığı da bilinmelidir. Birçok yerde açıkladığımız gibi Kürt meselesi HDP ile ya da başka bir örgüt, parti ile var olmamıştır. Bu yüzden Kürt meselesi ile terör meselesi birbirine karıştırılmamalıdır.”
Eğer temsiliyet sadedinde demokrasi olgusuna yer verecek isek, “uysa da, uymasa da” kabilinden o da “dostlar, alış verişte görsün” misali tek parti ile demokrasi olmaz, olsa olsa demokrasicilik olurdu.
Buna bağlı olarak, PKK’nin gücünden kaynaklanan ve onun kurdurduğu partiler dışında gerek bölgede, gerek Türkiye sathında ve en önemlisi de TBMM’de Kürt halkının tek yasal temsilcisinin HDP vb. olarak düşünülmesi karşısında, birçok irili ufaklı partilerin yanında önemli bir kitle desteğine sahip Hüdapar’ın, her ne kadar meclise vekil gönderememesinin yanında bölge bazında siyaset yapması, hem demokratik işleyiş açısından, hem kendi kitlesi açısından hem Kürtler ve hem de Türkiye açısından büyük bir imkân olacağı öngörülebilirdi. Ki, bundan sonra PKK’nin giderek Türkiye’deki hareket alanını peyderpey kaybetmesi, KBY’de kendine tutunacak dallar araması, hem HDP’yi yalnızlaştıracak, onun salt kendi gücü ile ayakta kalmasını sağlayacak ve hem de Hüdapar gibi bir partiye de yol açılacak, güç katacaktı.
***
Mazlumder Genel Başkan Yardımcısı Av. Nesip Yıldırım “Kürt meselesinde neler yapılmalı?” sorusuna yönelik olarak şu ifadeleri kullanmakta; “Kürt Meselesinde ayrımcılığa son verilmeli, herkes eşit vatandaş olduğunu hissedebilmelidir. Eşitlik için; Türkler adına(!) ayrımcı yasal ve fiilî düzenlemelere son verilmeli, tüm vatandaşlara hakkı teslim edilmelidir… Anayasa’da neyin olması gerektiğinin yanında, neyin olmaması gerektiği daha da önemlidir. Anayasa’nın başlangıç kısmı ve vatandaşlık tanımından başlanarak, mevzuat ile devlet organlarının ırklar ve Kemalist ideolojiden arındırılması, diğer kimlikler “nötr-yansız” bir pozisyonda konumlandırılması Kürt meselesinin de çözümüne katkı sunacaktır. Anayasa’da “değiştirilemez hüküm” olmamalıdır. “Herkesin Türk olduğu”na dair vatandaşlık tanımı, “Atatürk milliyetçiliği”, “laiklik” başta olmak üzere “Atatürk ilke ve inkılâpları” gibi kavramlara yer verilmemelidir… Anadilde öğrenim, seçmeli ders hakkı tanınması önemlidir. Bunun yanında talep edilen diller için “Anadilde eğitim” hakkı tanınmalıdır.”
Devam edecek...
Kaynak: Farklı Bakış