İskender Öksüz yazdı;
Siyaset sahnesinde bir müsamere seyrediyoruz. Sahnedeki başkahramanlar konuşuyor. Eh siyasetçidir konuşur. Siyasetçinin ülkeyi ve dünyayı nasıl görüp nasıl değerlendirdiğini anlatması, görevidir. Seçmenleri ona, görüşlerine inandıklarından dolayı oy vermemişler miydi? Onlara görüşleriyle önderlik etmeye devam etmesi gerekmez mi?
Gerçek bu mu? Hayır…
Kahramanlarımız inandıklarını, gözlemlerini, kanaatlerini anlatmıyor. Büyük çapta aptal kabul ettikleri kitleleri, istediği yöne sevk edecek mesajlar hazırlıyor/ hazırlatıyor ve onları söylüyor. Söylediklerine kendisi inanmıyor, söylediklerinin doğru olmadığını biliyor.
İşin daha da tuhafı, seçmenleri, taraftarları da bu sözlere inanmıyor. Aslında o kadar aptal da değiller. Fakat siyaset böyle yapılır diye düşünüyorlar. Vermeleri gerektiğine inandıkları tepkiyi veriyorlar. Böylece lider de mahcup olmuyor, onu izleyenler de. Günün sonunda, gerekeni yaptıklarının rahatlığıyla yatağa giriyor ve mışıl mışıl uyuyorlar.
SÖYLEYEN DE DİNLEYEN DE İNANMIYOR
Televizyon haberlerinde bir sahne izliyorum. Lider konuşuyor ve dinleyenler konuşması boyunca, durmaksızın ayakta alkışlıyorlar. Cümlelerin sonunda falan değil. Sürekli, hiç ara vermeden. Bu davranış bir ritüel, âdeta bir tapınma. Böyle sahneleri Batı ülkelerinde görmeyiz. Mesela Kuzey Kore’de görmek mümkün.
Düşününüz: Koca koca adamlar. Ülkeyi yönetmeye talipler. Karakter sahibi, kendi kafalarıyla düşünen, kendi değer yargıları ile hareket eden, hür fikirli insanlar değil mi? Değil tabi. Siz, bir konuşma boyunca birini ayakta alkışlar mısınız? Siz, konuşmanız boyunca ayakta alkışlanmak ister misiniz? Bu doğal mıdır? İnsani midir? Ha… Mazeretleri var. Televizyon çekim yapacak diye anons edilmiş besbelli ve nutku, durmaksızın, ayakta alkışlayarak gereken mesajı veriyorlar. Ne mesajı bu? Benim liderim bu, ben onun askeriyim mesajı. Nutukla ilgisi yok alkışın. Dinleyenler bazen hata yapıyor, hayır yerine evet diyor üzülecekleri yerde alkışlıyor. Google’a “Mersin hayır yerine evet” ve “Şırnak niye alkışlıyorsunuz” yazın, çıkan eğlenceli videoları seyredin.
Peki, neden öyle yapıyorlar? Çünkü beklenen davranış bu. Hepsinden… Akılla, mantıkla, değerlerle ilgili değil. Böyle yapmasalar “El-âlem ne der?” Geçenlerde bir kişi kalabalığa katılmadı, alkışlamadı da siyasî kriz çıktı.
KANAAT DEĞİL İTAAT
Düşündüğünü, görüp bildiğini değil; karşısındakileri istediği yöne itecek şeyleri söylemek. Bu ahlâklı bir davranış mıdır?
Sosyal medyada, bu insanların dün ak dediklerine bugün kara dediklerini gösteren, videolar dolaşıyor. Bu ak veya kara deme işini de kemali şiddetle yapıyorlar. O kadar şiddetle ki “Aksi doğruysa şerefsizim!” gibi laflar çıkıyor ağızlarından. Sonra aradan zaman geçiyor ve o aksi dedikleri şeyi yine aynı “Şerefsizim!” laflarıyla savunuyorlar.
Şaşırıyor musunuz?
Cevap vereyim: Hayır siz de sevgili okuyucum, siz de şaşırmıyorsunuz. Çünkü biliyorsunuz ki o dediklerinde samimî değiller. Denilenlerin hiçbir önemi yok. Sizi yönlendirmek için hazırlanmış paketler bunlar. Onlar sizi yönlendirmiş gibi yapıyor, siz de yönlenmiş gibi yapıyorsunuz.
Sizin için doğru değil mi bu söylediklerim?
Doğru değilse aynı taraftayız ama bizim taraf epey tenha. Onlar çoğunlukta.
ZIT DÜNYALAR: DIŞ DENETİM-İÇ DENETİM
Yine Heinrich’ten nakledeyim. Ataerkil – sülale bağlarının, mahalle, kabile, aşiret bağlarının önemli olduğu toplumlarla, öyle olmayanlar arasında bir davranış- duyuş farkı var.
Sülale- kabile bağlarına sıkı sıkıya bağlı olanların kaçındığı şey utanmak. El-âlem ne der korkusu. Hem liderlerine hem de çevrelerine karşı mahcup olmama mücadelesi.
Onun için ne düşündükleri önemli değil. Gerekeni yapmaları, kendilerinden beklenen davranışı göstermeleri önemli. Sözlerin, doğrunun, yanlışın hiç önemi yok. Yeter ki mahcup olunmasın, yeter ki utanılacak bir hâle düşmesinler. Ölçütleri içlerinde değil. Dışlarında. “O ne der?”, “Onlar ne der?” Önemli olan bu. Dolayısıyla kimse görmüyorsa her türlü davranış mümkündür. Suçluluk duymazlar. Kafalarındaki tellerin bağlanışında, bir suçluluk devresi yoktur. Utanç devresi vardır. Sürüye uyum devresi vardır.
Ataerkil bağların güçlü olmadığı toplumlarda ise insanların iç sesleri, kendi kendilerini değerlendirmeleri öne çıkıyor. Onlar için gözlediği, düşündüğü, inandığı gibi davranmamak ahlâksızlıktır ve ahlâksız bir eyleme sapınca suçluluk duyarlar. Bu İslâmiyet’teki “takva” kavramına pek yakın. Takva, el-âlemin değil kendinin muhasebesi, kendinin kendini denetlemesidir. Böyle insanların ölçütleri içlerindedir.
Bu insanlar, aynı ahlâk düzeyini başkalarından da beklerler ve karşısındakinin bu ölçütlere uymadığını hissettikleri anda onu defterden silerler. Başkalarının sözlerinin, kendilerini kandırmak için söylendiğini anladıkları zaman öfke duyarlar. Aşağılandıklarını hissederler. İnsan yanılabilir. Bu suç değildir. Ama bile bile yalan, bile bile rol yapma! İşte bu dürüstlüğün bittiği, ahlâkın çöktüğü yerdir.
Bizde hâlâ sülale, kabile, aşiret bağları kuvvetli mi? Sanmıyorum. Ama sosyal psikolojide kurumların fonksiyonu önemlidir. Mahalle hâlâ yaşıyor. Köy de azaldığı halde bitmiş değil. Fakat bunların yerine partiler gelmiş. Cemaatler gelmiş. Bunlar da insanlarda suçluluk hissi yerine utanç hissini, “El âlem ne der?” ölçütünü öne çıkaran kurumlar. Aslında partiler, cemaatler, STK’lar sağlıklı bir toplumun göstergeleridir. Ancak insanlar bunları, fikirlerini, duygularını paylaşmak ve yükseltmek için kuruyorsa öyledir. Tepedeki bir büyük adamın kendilerine menfaat dağıtması için toplaşmıyorlarsa. Bu ikinci hâlde onlar, gerçek parti, STK, cemaat değil, aşiretin, kabilenin, sülalenin 21. asır versiyonlarıdır.