Yıl 1995. Gazetelerde bir haber yayınlandı: "Kuzey Irak'ta yardım malzemeleri dağıtan Kızılay aracına saldırı"… Haber, Kızılay açıklamasına dayanıyordu. 5 Nisan sabahı, Duhok'a 10 kilometre uzaklıktaki bir benzin istasyonundaki saldırıda üç Kızılay görevlisi öldürülmüştü.
Kızılay aracına neden böyle bir saldırı olmuş, kim saldırmış belli değildi. Haberler, Kızılay ve Dışişleri Bakanlığı'ndan verilen bilgilere dayandığı için birçok soru havada kalıyordu. Bu haber pek de dikkat çekmemiş, gazeteler küçücük kullanmışlardı.
Fakat Kuzey Irak kaynaklı haberlerde ilginç ayrıntılar ortaya çıkmaya başladı. Saldırı, aynı bölgede yedi Kürt çobanın öldürülmesine misillemeydi. Üç "Kızılay görevlisi"nin yanısıra Kuzey Iraklı dört Kürt ve aracı koruyan iki Peşmerge ölmüş, 25 kişi de yaralanmıştı! Dahası öldürülen Türkler, Kızılay personeli değil, Kızılay maskesi altında bölgede görev yapan MİT mensubuydu!
Bu çarpıcı iddialar önümüze düştüğünde Hürriyet gazetesinin Ankara Haber Müdürüydüm. Arkadaşlara araştırmalarını söylesem de ciddi bir ilerleme sağlayamadık. Tam umudumuzu kesmek üzereydik ki, büro santralına telefonlar gelmeye başladı.
"Kuzey Irak'ta öldürülenler Kızılay görevlisi değil MİT mensubu. Onlar görev başında şehit oldu. Gizlenmelerini kabul edemeyiz.Lütfen Kocatepe Camiinde yapılacak cenaze törenini izleyin, siz de göreceksiniz."
Arayan kimi zaman ağlamaklı sesli bir kadındı, kimi zaman da sinirli, tepkili erkeklerdi. İsimlerini vermiyor, öldürülenlerle ilişkilerinden söz etmiyorlardı. Ortak yanları, bu olayın gizli kalmamasını istemeleriydi.
Büroda polis adliye haberlerini takip eden arkadaşlarla toplandık, durumu değerlendirdik. Öldürülenlerin gerçekten MİT mensubu olmaları çok büyük ihtimaldi. Fakat gizlediklerine göre MİT'e ya da başka yetkililere sorarak doğru bilgi alamayacağımız da ortadaydı. En iyisi, cenaze törenini beklemek ve dikkatle izlemekti.
Kocatepe Camiinde düzenlenen cenaze töreni için birer muhabir ve foto muhabirinden oluşan üç ayrı ekip görevlendirdim. İki ekip camide, bir ekip de Cebeci Mezarlığı'nda izleyecekti. Üç ekibi de toplayıp aynı talimatı verdim:"Kim geldi kim gitti dikkatle not edin. Özellikle MİT yöneticilerine bakın, gelip gelmedikleri önemli. Ama lütfen korumalar uzaklaştırmak isterse hiç itiraz etmeden hemen çekilin. "
Nitekim takım elbise giymiş, Amerikan traşlı, güneş gözlüklü özel korumalar görev yaptı törende. Muhabir ve foto muhabiri arkadaşlarımızı zaman zaman uzaklaştırmak istediler. Camide yine biraz müsamahalıydılar ama mezarlıkta hiç yaklaştırmadılar. Arkadaşlarımız da itiraz etmeden geri çekildiler hemen. Zaten amaç hasıl olmuştu, durumu aydınlatacak kadar fotoğraf çekilip not alınmıştı.
Tam beklediğimiz gibi olmuş, törene Kızılay'dan çok, MİT yönetici ve mensubu katılmıştı. MİT Müsteşarı Sönmez Köksal da oradaydı. Ayrıca Devlet Bakanı Bekir Sami Daçe, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Özden Sanberk, Barzani'nin Ankara Temsilcisi Safin Dizayee de camideki törendeydi.
Onunla da kalmamış, ölenler için "askeri tören" düzenlenmiş ve Cebeci Mezarlığı'ndaki "şehitlik"te toprağa verilmişlerdi. Bu kadar bilgi yeterliydi bizim için, bu üç insanın Kızılay değil MİT mensubu oldukları doğrulanmıştı.
Bu haber yazılmalı, öldürülen insanların Kuzey Irak'ta "Kızılay görevlisi maskesi" altında faaliyet yürüten MİT mensupları olduklarını toplum öğrenmeliydi.
Birincisi bu kişilerin MİT mensubu olduğunu asıl bilmemesi gerekenler, görev yaptıkları yerdeki düşmanlarıydı; onlar öğrenmiş ve o yüzden öldürmüşlerdi. İkincisi Türkiye dışında, özellikle de K.Irak'ta isimleriyle, görevleriyle deşifre eden haberler yayınlanmıştı.Üçüncüsü, bu kadar aleniyet kazanmışken bürokratik körlüğe devam edilmesi ve asıl görevlerinin gizlenmeye devam edilmesi onların anılarına saygısızlıktı.Dördüncüsü de MİT mensuplarının K.Irak'taki Kürt bölgesinde öldürüldüklerini bilmek bu ülke vatandaşlarının da hakkıydı.
Aramızda kısa bir tartışmadan sonra MİT mensubu olduklarını okurun anlayacağı şekilde dolaylı bir dille yazmaya karar verdik. Bütün arkadaşlardan bilgileri topladıktan sonra ben oturdum bilgisayarın başına.Önce haberin başlığını yazdım, ona göre ördüm haberi:
"Kızılaycıların cenazesini MİT'çiler kaldırdı"
Hürriyet'in bildik haberlerinde rastlananlardan farklıydı ilk cümleler. Giriş paragrafına öldürülenlerin isimlerini de açıkça yazdım:
"Kuzey Irak'ta öldürülen Orhan Bulut, Yaşar Mutlu ve Mithat Okan için düzenlenen cenaze töreninde ‘gariplikler' yaşandı. Cenaze törenine kızılay görevlilerinden çok, başta MİT Müsteşarı Sönmez Köksal olmak üzere çok sayıda MİT elemanı katıldı.
Ayrıca cenazeler, Cebeci Askeri Şehitliği'nde toprağa verildi. Ölen üç görevlinin Kızılay değil, MİT elemanı oldukları öne sürüldü."
Haber, 8 Nisan 1995 tarihli Hürriyet'in 34. Sayfasında yayınlandı. Benim attığım başlık aynen korunmuş, üç de fotoğraf kullanılmıştı haberde. Fotoğraflardan birinde görünen Sönmez Köksal okurun rahat fark edebilmesi için sarı okla işaretlenmişti.
Hürriyet, diğer gazetelerden farklıydı. Gazetelerin çoğu bildik şehit cenazesi haberi yapmışlardı. Haberler "Kızılay şehitlerine gözyaşı" başlığını taşıyordu; öldürülenlerin Kızılay değil MİT mensubu olduklarına hiç değinilmemişti.
"Kızılaycıların cenazesini MİT'çiler kaldırdı" haberinden sonra bana herhangi bir tepki gelmedi. Aradan birkaç ay geçtikten sonra Aydın Doğan, Ankara'ya geldiğinde öğrendim MİT yönetiminin haberden ne denli rahatsız olduğunu. Aydın Doğan, bir resepsiyonda Sönmez Köksal ile karşılaşmış. Köksal, bu haberden dolayı bizi şikayet etmişti.
Aydın Doğan beni gördüğünde gülerek anlattı Sönmez Köksal ile konuşmalarını.Haberi neden öyle yaptığımızı falan da sormadı.Ben de kısa bir açıklamayla yanıtladım kendisini. "Biz MİT mensupları öldürüldü demedik ki, ‘Kızılaycıların cenazesini MİT'çiler kaldırdı' dedik. Hem cenazenin gizli olmasını istiyorlarsa Ankara'nın göbeğinde, Kocatepe Camiinde yapmasalardı töreni."
Öyle ya, hem Ankara'nın merkezinde tören yapıp MİT yöneticileri olarak katılacaksınız hem de gazetecilerin bunu yazmasından yakınacaksınız! Gazetecilik açısından doğruyu yapmıştık haberi yazmakla.
Yasal bir sorun da yoktu öldürülenlerin MİT mensubu olduklarını yazmamızda. Nitekim bu haberle ilgili ne bir soruşturma açıldı ne de bir dava. 2000'li yıllarda da Kaşif Kozinoğlu ve başka MİT mensuplarının cenaze törenleriyle ilgili haberler de yapıldı. Onlarla ilgili de dava açıldığını hatırlamıyorum.
Oysa o tarihte de Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu'nun 13. Maddesinde "personel atamalarının gizli tutulacağına" ilişkin hüküm bulunuyordu. 27.maddede "MİT'in görev ve faaliyetlerine taalluk eden evrak veya malumatı istihsal ve ifşa edenlere" yani "MİT'in görev ve faaliyetlerine ilişkin belge veya bilgileri elde eden ve açıklayanlara" hapis cezası öngörülüyordu.
Bu maddenin uygulanmasında öyle katı davranıldığı, her belge bilgi ortaya çıktığında hemen dava açıldığı da söylenemez. En önemli örnek de polis, mafya ve siyaset ilişkisine dair çok çarpıcı iddiaların yer aldığı "1.MİT Raporu"nun 1987 yılında "2000'e Doğru" dergisinde yayınlanmasıdır. Rapor, "Banker Bako Olayı, Polis İçindeki Çekişme ve Yeraltı-Polis-Kamu Görevlileri İlişkileri" konularını içeriyordu. Rapor, kamuoyunda büyük yankı yaptı, çok tartışıldı. Fakat dergi yöneticileri ile ilgili dava açılmadı.
Sadece raporun içeriğindeki bazı iddialar nedeniyle hem dönemin Başbakanı Turgut Özal hem de eski Genelkurmay Başkanı Necdet Üruğ raporu kaleme aldığı gerekçesiyle Mehmet Eymür aleyhinde "tazminat" davaları açtılar. Mehmet Eymür hakkında kurum içinde de soruşturma açıldı; Eymür 1988'de MİT'ten ayrıldı. Ama her nasılsa, 1994'te MİT'e geri döndü ve doğrudan Müşteşar'a bağlı olan Özel İstihbarat Dairesi'ni yönetti.
12 Mart döneminde de Mahir Kaynak'ın MİT görevlisi olduğu doğrudan MİT tarafından ifşa edilmişti. MİT görevlilerinin kimliğiyle ilgili haber ve yazılara ilişkin geçmişten çok örnek bulunabilir aranırsa…
Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu'nun 27. Maddesinin kapsamı AKP iktidarı döneminde 2014 yılında genişletildi. "MİT'e ilişkin belge ve bilgiyi elde edip açıklama" yasağının yanına bir de "MİT mensupları ve ailelerinin kimliklerini, makam, görev ve faaliyetlerini herhangi bir yolla ifşa edenler" ile ilgili hüküm konuldu. 2017 yılında çıkarılan bir kararnameyle de bu maddeye "makam, görev ve faaliyetleri" ibaresi de eklendi.
Ayrıca bu maddenin üçüncü fıkrasıyla da MİT ile ilgili bilgi belge açıklayan, MİT görevlilerini yayın yoluyla ifşa edenlere de hapis cezası öngörüldü.
Sanırım AKP döneminde yapılan bu değişiklik daha önce uygulanmamıştı.Şimdi Libya'da öldürülen MİT görevlileriyle ilgili olarak Oda Tv, Yeniçağ ve Yeni Yaşam gazeteler haberler nedeniyle uygulanıyor. Bu davada izlenen yöntem ve kararın bundan sonra benzer vakalarda emsal teşkil edeceği de kuşkusuz.
Ama daha davada karar verilmeden, Oda Tv'nin erişime engellenmesi, Oda Tv'den Barış Terkoğlu, Barış Pehlivan, Hülya Kılınç, Yeniçağ'dan Murat Ağırel, Yeni Yaşam'dan Ferhat Çelik ve Aydın Keser'in tutuklanmalarıyla peşinen ceza kesilmiş oldu. Mahkeme ilerde beraat kararı verse bile halen uygulanan ceza süresini azaltmış olacak…
Sırf gazetecilik faaliyeti nedeniyle açılacak bu davaların, bağımsız ve eleştirel medyaya tehdit, gözdağı ve korkutma girişiminin yeni bir örneği olarak Türkiye medya tarihinde yerini alacağına eminim. Son yıllarda sık karşılaştığımız benzer davalar gibi…
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'nın sevk yazısında, "3 Mart'ta yayımlanan Oda Tv haberinde MİT mensubu şehidin görev süresi, görev yeri, yaşı, memleketi, aile bilgilerine ilişkin detaylı bilgilerin yanı sıra geçmiş döneme ait fotoğraflara, cenaze töreni ile naaşının defnedildiği şehitliğe ilişkin görüntülere yer verildiği" belirtilmiş. Özetle, MİT görevlisinin kimliğinin ifşa edildiği suçlaması yöneltilmiş.
Başsavcılığın bu suçlamasının neden geçersiz olduğunu, bu haberde "ifşa"nın söz konusu olmadığını maddeler halinde aktarayım:
Dikkat edilirse, bu vakaya değin şehit sayılarıyla ilgili bir tereddüt yaşanmazdı. Ne zaman ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan, "birkaç tane şehit" dedi ve şehitlerin sayısını açıkça söylemedi. O zamandan itibaren dedikodular aldı yürüdü, devletin şehit sayısını gizlediği yolunda iddialar yayılma imkanı buldu. Gizlilik, dedikoduları ayyuka çıkarmakla kalmaz, şehitlerle ilgili bütün açıklamaların güvenilirliğini tehlikeye atar. Basın özgürlüğü, gerçekleri güvence altına alır.
Oda TV ve tutuklamaların ardından Serdar Turgut'un Habertürk'te kaleme aldığı yazısı da üzerinde durmayı hak ediyor. Turgut, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın Cemal Kaşıkçı cinayetiyle ilgili olarak Washington'da ABD Senatosu'na bilgi vermeye geldiğini öğrenince Cumhurbaşkanlığı İletişim yetkililerine mesaj çekmiş; yazmasında sakınca olup olmadığını sormuş. Oradaki bir yetkiliden sakınca olmadığı yanıtını aldıktan sonra yazmış haberi.Bu tavrının gerekçesini de şöyle açıklıyor:
"Ülke çıkarları söz konusu olabileceğinden bu davranışımın gazetecilik ilkelerimi filan zedelediğini de katiyen hiç düşünmedim. İçim rahat ve bütün genç meslektaşlarıma bu tavrı tavsiye ediyorum."
Evrensel gazetecilik ilkeleri açısından böyle bir tavır asla kabul edilemez. Şurası kesin, dünyanın hiçbir yerinde bir gazeteci haber yazmadan önce devlet yetkililerinden onay almaz, yazıp yazamayacağını soramaz. Bir haberin yazılmasında kamu yararı olup olmadığına gazetecinin kendisi karar verir.
Ayrıca "ulusal güvenlik" ve "ülke çıkarı" da gazetecilik açısından tartışmalı kavramlardır. Medya tarihinde "ülke çıkarları" adına politikacıların, devlet insanlarının çıkarına uygun yapılan davranışların ülkelere nasıl zarar verdiğine dair onlarca, belki yüzlerce örnek vardır.
Sanırım sadece 1961'deki Domuzlar Körfezi vakasını hatırlatmam yeterlidir. ABD Başkanı Kenndey, New York Times'in çıkartmayla haber yapacağını öğrenince "ulusal güvenlik" gerekçesiyle müdahale etmiş, çıkartma fiyaskoyla sonuçlandıktan sonra da "Keşke haber yayınlansaydı da başıma böyle bir felaket gelmeseydi" diyerek pişmanlığını dile getirmiştir.
Görüldüğü gibi, ülke çıkarı gerçeklerin bilinmesindedir. O nedenle gazeteciler, politikacıların "ulusal güvenlik" ve "ülke çıkarı" diyerek, kendi anlayışını kamu yararının önüne koymasına karşı çıkar.
Kaldı ki, Serdar Turgut, MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ın ABD senatosunda bilgi vermesi haberinin "ülke çıkarına" aykırı olup olmadığına kendisi karar verebilirdi. Cumhurbaşkanlığı'na sorarak, kendisini oradaki görevlinin ülke çıkarları yaklaşımına teslim etmiş, oradan onaylı haber yazmış.
Umarım genç meslektaşlarımız Serdar Turgut'un öğüdünü dinlemez, Saray onaylı haber yazma yanlışına düşmezler…