Kıymetli heykeller

ÜMİT KIVANÇ'ın yazısı;

Kıymetli heykeller

 

Türk Eğitimi’nin tornasından çıkmış olmaktan doğan handikaplarını gideremedikleri gibi, empati yoksunluğunun iç parçalayıcı örneklerini sergiliyorlar

ABD’nin Minnesota eyaletinde, Minneapolis’te, George Floyd adlı siyahın ırkçı beyaz polis tarafından soluksuz bırakılarak öldürülmesi bugüne kadar görülmemiş çapta tepkilere, görülmemiş yaygınlıkta protestolara yolaçtı. Öyle ki, ırkçılıkla dünya çapında hesaplaşmanın ilk adımları sayabileceğimiz sahnelere tanık oluyoruz. Beyaz-olmayan insanların katledilmesiyle, esir edilmesiyle, köleleştirilmesiyle özdeşleştirilen tarihî figürlerin heykellerinin yıkılması en dikkat çekicilerinden. Kalabalıklar ya ısrarlı girişimlerle yerel yetkililerin heykelleri kaldırmalarını sağlıyor ya da bizzat işi ele alarak bunları yıkıyor, Birleşik Krallık’ta görüldüğü üzre, nehre atıyor, vs.. 

Kimlerin heykelleridir, köleci-sömürgeci saldırganlığının kurbanı olmuşların, ırkçılığa dayalı eşitsizliklere son vermeyi isteyenlerin öfkesini çekenler? Öncelikle, itibar gören büyük suçlular; köleciler, sömürgeciler. Yürürlükteki hunharca eşitsizlik düzeninin kuruluşuna, yerleşmesine, yayılmasına katkıda bulunmuş bütün o muteber caniler. ABD’de özel olarak, Amerikan İçsavaşı’ndan yenik çıkan köleci Güney’in efsaneleştirmeye, kahramanlaştırmaya çalıştığı birtakım generaller.

Tarih “bilincimiz”

Zulüm ve eşitsizlik anıtlarının hedef alınışında ayrıcalıklı konumlarını yitirecekleri bir geleceğin işaretlerini gören imtiyazlı güruh tabiî hemen ayağa kalktı: Bu heykeller “tarih bilincimiz”in cisimleşmiş ifadeleriydi. Ne yani, gelecek kuşakları “tarih bilincinden” yoksun mu bırakalım? İlle köleciliği savunmasa da heykellerin tahrip edilmesine ve kaldırılmasına karşı olan, “geniş görüşlü” insanlar da söz aldılar: “Tarihî kişiliklerin bugünden bakınca beğenmeyeceğimiz yönleri olabilir, ama onları gelecek nesillere oldukları gibi aktarmalı”yız, vs.. Bir de, çoğu zaman doğru yerde durmanın yolunu somut gerçeklerden kaçmakta bulan, görünüşte her şeyin doğrusunu bilen, hakikatte işe yarar tek laf etmeyen tayfa var; biliyorsunuz, bizde de pek yaygındır; bunlar çıktı sahneye. Bir tür oportünist liberaller. Demagojileri şöyleydi: Ne yani, Jorge Luis Borges Şili diktatörü Pinochet’yi övmüştü, George Orwell eşcinseller aleyhinde konuşmuştu, bunların heykellerini de mi kaldıralım?

Heykeller meselesini Medyascope’ta Işın Eliçin programında konu etti: “Heykel dikmek ve heykel yıkmak - Kimin heykeli kime güzel?” Işın orada, bu konuda soğukkanlılıkla ölçüt arayanlara ışık tutacak ayrımı en derli toplu haliyle aktardı: Bir şahsiyeti “günahlarına rağmen onurlandırmak” ile “günahları nedeniyleonurlandırmak” arasında, hayatî fark.

İkinci olarak, ilk bakışta tuhaf görünen, ama gerçekte meselenin özünü derhal yakalayıvermeyi sağlayan şu soruyu sormalıyız: Bir anıt, geçmişi hatırlatma amacı mı taşıyor yoksa her neyi temsil ediyorsa onun gelecekte de sürmesini ilham etsin diye mi dikilmiş?

Türk-Müslüman olmadıkları için görmedikleri zulüm ve eziyet kalmamış insanların âdetâ topluca sığındıkları yerde Talatpaşa İlkokulu açma eylemine, meselâ, bu ölçütler açısından bakıldığında ne görüyoruz?

Daha alengirli bir örneği ortaya süreyim ki, geçmiş, bugün, geçmişe sahip çıkan, ona güya eleştirel yaklaşan, gerici, çağdaş, ilerici, bağnaz, millî, gayrimillî, Ortaçağ karanlığı, bilimin aydınlığı ve sair bilumum sıfat ve hasletlerimiz de işin içine girsin, iş iyice içinden çıkılmaz olsun, biz de heykellerimize sarılıp uyuyalım.

Muğlalı hikâyesi

1943 yazında, 3. Ordu Komutanı Orgeneral Mustafa Muğlalı, Van’ın sınıra yakın ücrâ yöresinde, isterseniz sınır aşırı ticaret, isterseniz kaçakçılık yapan otuz üç Kürt köylüsünü kurşuna dizdirip katlettirir (meşhur “Otuz Üç Kurşun” olayı). Bu aşırı şiddetin, varsa, özel sebebine, işin içinde kaymakamın, yerel yöneticilerin, aşiret reislerinin karıştığı birtakım komploların olup olmadığına, emrin Ankara’dan, Genelkurmay’dan, onayın İsmet İnönü’den gelip gelmediğine ilişkin kesin kanıtlara ulaşılamıyor. Ancak, suçu oralarda arayan var, “şöyle olmamış da böyle olmuş” diye anlatan var, hattâ “oh iyi yapmış” diyen bile var, gel gör ki, orgeneralin otuz üç kişiyi yargılamaksızın öldürttüğünden şüphe duyan pek yok. Katliamdan kurtulan bir kişi var zaten; “canlı” tanık; neler yaşandığını o anlatıyor herkese. Ayrıca orgeneral, o zamana kadarki pratiğiyle, kendisinden böyle şey beklenmeyecek biri değil. Meşhur Menemen Hadisesi’nde, Dersim’de, “kendini ispat” etmişti.

Hikâyesi, Türkiye’nin devlet rejimini anlamak isteyenler için tam bir nümûne-vaka niteliğinde. Katliam, -katledilenler ve olaydan haberdar olabilen Kürtler dışında herkesçe- unutulup gidecekken, iktidara doğru yükselişi başlamış Demokrat Parti tarafından kullanışlı bulunmuş, birkaç yıl sonra yeniden gündeme getirilmişti. (“33 köylüye ölüm buyruldu! Sene 1943, aylardan Temmuz’du” [ https://tinyurl.com/y82w9eal ] başlıklı yazısında katliamın hasıraltı edilmesine yönelik resmî çabaları aktaran Doğan Akın, “Yargısız infazın aklanması da mümkünse yargısız yapılacaktı,” diye yazmıştı.) Muğlalı yargılandı, idama mahkûm edildi! Yaşı nedeniyle cezası yirmi yıl hapse çevrildi. Askerî Yargıtay kararı bozdu, ancak yargılama yenilenemeden Muğlalı öldü. Yurttaşlarını öldürdüğü için idama mahkûm edilmiş bir katliam suçlusu olarak değil, hayatını kaybetmiş bir Silahlı Kuvvetler mensubu olarak Edirnekapı Şehitliği’ne defnedilmesi, Muğlalı dosyasının mahkûmiyetle kapanmayacağına dair güçlü işaretti. Nitekim otuz yedi yıl sonra devlet birden, Muğlalı’nın itibarını iade etme sürecini başlattı. Naaşı Ankara’daki Devlet Kabristanı’na nakledildi. Sonra, 1997’de, itibarı resmen iade edildi. Bir yıl sonra, Harp Akademileri Komutanlığı bahçesindeki “Kahramanlar Geçidi”ne büstü kondu.

Bu yalnız devletin vaktiyle horlanmış “kahraman”ına -tam da “düşük yoğunluklu savaş” nedeniyle bu tür kahramanlara çok ihtiyaç duyacağı zamanda- kendi içinde sahip çıkması değildi. “Yedirmeyiz”in topluma da bir şekilde bildirilmesi gerekiyordu. 2004’te, Van/Özalp’teki sınır komutanlığı kışlasına Muğlalı’nın adı verildi. 

Ancak iade-i itibarın bu askerî faslı 2011’de sekteye uğradı. Katliam kurbanlarının İnsan Hakları Derneği aracılığıyla uğraş veren yakınları kışlanın adının değiştirilmesini sağlayabildiler. (Orgeneralin yerine kışlaya bir şehit astsubayın adı verildi.) AKP’nin askerî vesayetle itişip çekiştiği, “Kürt açılımı” rüzgârının estiği yıllardı.

Anıtı tasarlarken…

Bu değişikliği olumlu bulan ama iş işten geçtikten sonra yapıldığını düşünen Taha Akyol, Hürriyet’te, kışlaya orgeneralin isminin konmasının baştan yanlış olduğunu, “Böyle olaylar Kürtçülüğü beslemiştir!” diye ifade etmişti“Daha 1934’te İktisat Vekili Celal Bayar, şark gezisinden sonra Atatürk’e sunduğu raporda, idarecilerin Kürtlere kötü davranışlarının ileride büyük bir ‘aksülamel’ (tepki) yaratmasından korktuğunu yazmıştı… 2004 yılında Muğlalı gibi hatıralarda ’33 Kurşun’la özdeşleşen bir ismin hem de Van’daki bir kışlaya verilmesi büyük hataydı. Amaç gözdağı vermekse, bu geri tepmiş, aksi olmuş, PKK’nın tabanını beslemişti! Kışlanın adının değiştirilmesi iyi oldu ama duygularda yapacağı ‘kopuş’u yaptıktan sonra!”

Devlet politikası açısından sorulmuş “hangisi çıkarımıza?” sorusunun cevabına yönelik, bu yaklaşım. Oysa ortada çok daha basit başka soru var: Orgeneral katliam suçlusu muydu, değil miydi? Kurşuna dizdirilmiş otuz üç kişi vardı ortada. Ayşe Hür’e göre, DP’nin 6-7 Eylül pogromuyla üzerine sinmiş lekeden kurtulma amacıyla, “katil Muğlalı” imajını İnönü ve CHP’ye yapıştırma hesabıyla kurduğu Meclis Tahkikat Komisyonu, 1958 Nisan’ında “olayın gerçek oluş şeklini ortaya çıkarmış”tı. (Hem “Otuz Üç Kurşun” olayına hem de sonrasına ilişkin ayrıntılı bilgiyi Hür’ün Haksöz Haber’de çıkmış bu yazısında bulabilirsiniz. Yazının sonunda, ilgili başka eser adlarının yeraldığı kaynakça da var.)

Yani ne olmuş? Otuz üç kişi yargılanmaksızın, komutanın emriyle, “yukarı”nın da bilgisi dahilinde kurşuna dizdirilmiş. Olay örtbas edilmek istenmiş, siyasî hesaplar nedeniyle edilememiş. Bir noktada herkes işin gerçeğini öğrenmiş. Ancak gün gelmiş, katliamdan sorumlu kimseye itibarı iade edilmiş, büstü “kahramanlar” arasına konmuş. Yani diyelim bir millî kahraman, bariz kahramanlıkları nedeniyle onurlandırılırken bazı suçları görmezden gelinmiş değil. Bizzat bu suç nedeniyle onurlandırılıyor zaten. 

Üstelik sadece devlet (ordu) tarafından da değil! Başta girdiğimiz konuya buradan bağlanacağız.

“Orada hassasiyet var” - burada yok??

Özalp’teki kışlanın adı değiştirilince, bakışlar birden, meğer uzun süredir başka yerde dikili duran başka anıta yönelir: Muğla ilinde sadece orgeneralin adını taşıyan caddeler (biri merkezde, biri Marmaris’te) değil, şehrin ortayerinde koskoca bir işhanı vardır: “Org. Mustafa Muğlalı İşhanı”. Kışlanın adı üzerine tartışma basına yansıdığında, “e, şuna da bir el atıverin hele” diyenler çıkmıştır. DHA’dan Cavit Akgün, Muğla’nın o sıradaki belediye başkanına gidip sorar, ne olacak diye (haber Radikal’den). Başkan Osman Gürün, ismin işhanına otuz yıl önce, belediye meclisi kararıyla verildiğine işaret eder, “Dikkat edilirse işhanına 30 yıl önce bu ismi verdik,” der. Neye dikkat edilecektir? Başkana göre, binaya bu adı vermedeki amaç, hemşehrimizin üst seviyeye yükselmesi ve isminin orada yaşatılması”dır. O “üst seviye” neresidir, “yaşatılacak” olan tam nedir? Başkan şöyle izah eder: Van’daki olaylarla arasında farklılıklar var. Muğlalı hukukî süreç sonuçlanmadan vefat etti. General oluncaya kadar çeşitli yararları olan bir hemşehrimizin ismini işhanına verdik.” Yani başkan, birkaç ayrı yerden tutturarak, “otuz üç kurşun meselesi bizi bağlamaz” mânâsına gelecek sözler eder. Gün, askerî vesayet ve Kürtlere düşmanlıktan kurtulma havasının estiği gündür. Şimdi olsa, binaya neden Muğlalı’nın adının verildiği zaten sorulamayacağı gibi, sorulsa muhtemelen “elleri dert görmesin” yollu bir cevap alınırdı. 

ABD’de, ırk ayrımı ve eşitsizliği doğal sayan beyazların hepsi siyahlara açıktan zulmetmekten yana değil. Eşitsizliği sorun sayan, ama bunu yok etmek için girişilecek her şeyi bireysel özgürlüklere, hayat tarzına müdahale vs. bahanelerle baştan reddeden modern büyükşehir bireyleriyle mankafa ırkçılar, fakat, kolayca aynı çizgiye gelebiliyor. Bizdeki açık fikirli, çağdaş, modern, “kültürlü” ahaliye o sihirli kelimelerden birini (örn. “Suriyeliler”) şöyle uzaktan fısıldayıverin, start çizgisinde Muğla’nın 2011’deki belediye başkanıyla hizalanı verecektir: “Kamu Mülkiyeti Kanunu’na göre tek başımıza karar alamayız. Özalp’taki olayı Muğla’ya taşımamalıyız. Orada belirli bir hassasiyet vardı. Bu yüzden Genelkurmay kaldırdı. Ancak işhanındaki ismin konuluşunun amacı hemşehrilik duygusu. Kentimizde olayı onaylayan ya da hatırlatan bir tavır yok. İsim değiştirilsin diye bize gelen bir talep yok.”

Bugün acı duyarak mı hatırlamalıyız yoksa 2010’larda hepimizin büyük yanlışlar ve tuhaflıklar içerisinde yaşamakta olduğumuzu mu düşünmeliyiz, bilemiyorum, ama Radikal’deki haberin devamını da size aktarmak istiyorum: “AK Parti Muğla İl Başkanı Nihat Öztürk ise, Orgeneral Mustafa Muğlalı isminin işhanına yakışmadığını belirtirken, ‘Vatandaşlarımıza başka bir şeyler çağrıştırıyor. Van’da yapılan isim değişikliği ilimizde de yapılırsa iyi olacak. Belediye Meclis üyelerinin bununla ilgili olarak bir çalışması var’ diye konuştu.”

Muğla’ya Belgesel Sinemacılar Birliği’nin bir faaliyeti için gitmiştik; ne zaman hatırlamıyorum. Karşımdaki kocaman binanın üzerinde Muğlalı’nın adıyla birden karşılaştığımda gözlerime inanamamıştım.

Ve Colombo

ABD, Britanya ve başka yerlerde heykellerin kaldırılmasına girişildiğinde buradan -evet, Türkiye’den!- insanların bundan rahatsızlık duymasıydı esas konum. Bunu kurcalayacaktım. Dünya hakkında az buçuk fikri olduğu belli birtakım büyükşehirli insanlar, Colombo (Kolomb) heykelinin niye istenmediğini bile anlayamıyorlar. Türk Millî Eğitimi’nin dangıl dungul tornasından çıkmış olmanın ruhlarını ne hale soktuğunu tahayyül bile edemedikleri için bundan doğan handikaplarını gideremedikleri gibi, akıl almaz küstahlıkla, empati yoksunluğunun iç parçalayıcı örneklerini meydana getiriyorlar.

Cristoforo Colombo’dan 16 Ton filmimde kısaca şöyle sözetmiştim“…yerli halktan ‘boyları posları münasip, iyi hizmetçi olurlar’ diye sözeden bir adamdı. Günlüğüne şöyle yazmıştı: ‘Yerlileri dikkatle inceliyorum ve altınları olup olmadığını anlamaya çalışıyorum... Bu adalar güzel ve verimli, havası da güzel. Henüz bilmediğim şeyler olabilir ama araştırmaya niyetim yok çünkü başka adalar da bulup altın var mı diye bakmak istiyorum.’”

Bu adamlar altınlara bakacaklar diye on milyonlarca yerli öldürüldü, medeniyetler yıkıldı, insanlık tarihinin en büyük katliamları, en muazzam soygunu yapıldı. Ataları mahvedilenler bugün hayatta. Ve elbette bu herifin adını bile duymak istemiyorlar. Lâkin her gün heykellerinin önünden geçiyorlar. Güney Amerikalı için Hernando Cortes, Francesco Pizarro, Vasco Nunez de Balboa kimlerdir, neleri temsil ederler? Bu canilerin heykelleri bugün dünyanın gözünde bambaşka -güzel!- şeyleri temsil eden İspanya, Portekiz şehirlerinde dört bir tarafta. Bir grup Meksikalı Lizbon’da heykel kırmaya girişse insanlık adına onlara denebilecek tek şey, “özür dileriz” olabilir.

Colombo anıtı yıkan Kuzey Amerika yerlisi, esmer teni, çekik gözleri, her halinden belli yoksulluğu, eğitim sisteminin dışında kalmışlığı, geleceksizliği ile, mümkünse uzağından geçmek istediğimiz biri mi? Tıpkı gece karşılaşırsak ne edeceğimizi bilemeyeceğimiz öfkeli siyah varoş delikanlısı gibi. Oysa Colombo anıtından rahatsız olmasalar da İspanyollar gösterişli, göz alıcı, kadınları güzel, erkekleri yakışıklı maşallah. 

Burada kalsın bu şimdilik.

P24 BLOG