Kitaba zam yapmak, kendi ayağına sıkmak

Özlem ALBAYRAK

Kitaba zam yapmak, kendi ayağına sıkmak

Cumhurbaşkanı açıkladı, yeni yılda asgari ücret 2.020 liraya yükseltiliyor, bu harika. Erdoğan, yılbaşından itibaren elektrik ve doğalgazda da yüzde 10 indirim yapılacağı müjdesini verdi, bu da güzel haber. Hükümetin dar gelirli vatandaşın cebini doğrudan etkileyecek bu adımları atması, dövizin tavan yapması sonucu ardı ardına gelen zamlarla daralan vatandaşı rahatlatacaktır. Öte yandan, kötü haberler de var; mesela elektronik ortamda satışa sunulan e-gazete ve e-kitapta KDV oranı Ocak ayı itibariyle yüzde 1´den yüzde 18´e, e-dergide ise yüzde 8´den yüzde 18´e yükseltildi.

Zaten matbu kitaplara yaz ortasında döviz kurundan bağımsız olarak yüzde 10 zam yapılmış, ardından dövizin tırmanmasının kağıt maliyetlerine ciddi bir etkisi olunca bu rakam daha da artmıştı. Bu noktada, kitap fiyatlarından dolayı yayıncıları suçlama hakkımız da yok, zira Türkiye kağıt ve kağıt ürünleri sektöründe dışa bağımlı.

Matbaaların hammadde malzemeleri ithal; dolayısıyla sadece kağıdın değil, tonerin, selefonun, vesair malzemenin fiyatı da zamlanıyor. Nitekim, yaz ortasından bu yana kitaplara yüzde 25 ile 40 arasında değişen oranlarda zam yapıldı ki, yayıncılar bu rakamların bile kâr için gereken miktarın çok altında olmasından şikayet ediyor.

Oysa, hükümetten beklenen kitapları daha da ulaşılamaz kılması değil, kitapseverlere bir parça destek sağlamasıydı. Olması gereken, kitapseverlerin, işi gereği kitap satın alması gereken akademisyenler gibi grupların kitaba erişiminin kolaylaştırılmasıydı. Ama bu olmadığı gibi, e-kitaplara zam yapıldı.

Tamam, kabul edelim ki, sokaktaki vatandaş, köşedeki marketin kasiyeri, inşaat amelesi ya da oto elektrikçisi maalesef birer kitap kurdu değil ülkemizde. Geçtiğimiz ay açıklanan verilere göre, kitap okuma oranlarında Fransa ve İngiltere yüzde 21, Japonya yüzde 14, ABD yüzde 12 ve İspanya yüzde 9 rakamını yakalarken Türkiye´de bu oran yüzde 0,1´de kaldı. Dünyada kitap okumada 86. sıradayız, ki bu, Afrika ülkeleriyle aynı ligde olduğumuz anlamına geliyor.

Türk insanı televizyon izlemeye günde 6 saatini ayırırken, kitap okumaya ?oransal olarak- sadece 1 dakikasını ayırıyor. Cep telefonu ve iletişim masraflarına yılda 173 TL ayıran 4 kişilik bir Türk ailesi, kitaba ise sadece 5,5 TL ayırıyor. Ama durumumuz bu kadar vahimdir diye de devletin, kitapları zamlar ve vergilerle sadece belli bir gelir seviyesinin üstündekilere tahsis edilmiş bir lüks haline getirmesi de gerekmiyordu. Durum bu diye, alandaki tıkanmayla çıkmaza düşen yayıncılık sektörünü, kendi haline bırakarak neredeyse yok olma tehlikesiyle karşı karşıya getirmesi de gerekmiyordu.

Sadece, sürekli yeni kaynaklar edinmek zorunda oldukları için, maaşının tamamını kitaplara yatırmak zorunda kalmaktan şikayet eden akademisyenler, gazeteciler ya da öğrenciler gibi gruplar için elzem değil kitaba erişimin kolaylaştırılması. Doğalgaz ve elektrik indirimiyle gönlü alınan dar gelirli kesimlerin de okumaya teşvik edilmesi gerekiyor.

Yapılan araştırmalara göre, ülkemizde kitap ortalama bir ailenin ihtiyaçlar sıralamasında 285. sırasında yeralıyor, demek ki vatandaşımız kitaba ihtiyacı olduğunu pek de düşünmüyor. Oysa bu, onların kitaba ihtiyaçları olmadığı anlamına gelmediği gibi, bu durum kitaba yönelik KDV oranlarını yükseltmekle çözülecek gibi de gözükmüyor.

Her kesim için kitaba erişimin kolay olması, hangi gelir grubuna mensup olursa olsun, isteyen herkesin kitap satın alabilmesi, bunun için özel ve yüklü bir bütçe ayırmak zorunda kalmaması gerekiyor. Aksi takdirde daha çok ?kültür ve sanattaki iktidar tekeli?ni kıramamaktan şikayet ederiz, daha çok bu durumun yarattığı dezavantajlı durumlarla başa çıkmaya çalışırız.

Sonuç şu: Devletin okuma oranlarını yükseltmek için politikalar geliştirmesi, bu politikalar ekseninde hem vatandaşı moral ve motivasyon bağlamında teşvik etmesi, hem de sektörü ayakta tutmak için birtakım kolaylıklar sağlaması şart. Aksi takdirde zaten kitap okumayan bir toplum için, kitabın lüks noktasına gelecek ölçüde zamlanması; sonuçları belki yıllar, belki onyıllar sonra fark edilecek, geri dönüşsüz bir facia anlamına gelebilir.

Devlet kademelerinde, bu tehlikeyi önceden sezinleyebilecek ve önlem alınması yolunda yetkili kişi ve kurumları uyarabilecek durumda olan tek bir kişi yok mu acaba?