Menzil şeyhi Abdülbaki Erol’un ölümü ve cenazesi yine Türkiye’deki geleneksel tarikat tartışmalarını tetikledi.
Bugün 15 Temmuz ve Türkiye’de herkesin tarikat ve cemaatleri tartışmak, sorgulamak, şeffaflık istemek, devletteki güçleri ve etkilerinden endişe etme hakkı var.
Tarikatlar ve cemaatler; seçimlerden önce siyasi açıklamalar yaptıkça, kabinedeki bakan sayılarıyla övündükçe, devlet kadrolarına girebilmek için referans oldukça, kamu ve devlet desteğiyle büyümeyi ve etki alanını genişletmeyi sevdikçe bu sorgulamalar ve şüpheleri de davet ediyorlar.
Fakat bu sorgulama ve tetikte olmak hali ne kadar haklıysa, Türkiye’deki laik çevrelerin yine mızraklarıyla yel değirmenlerine doğru akınları o kadar haksız, anlamsız ve beyhude.
Cenaze için toplanan büyük kalabalık, konvoydaki çakarlı arabalar, cenazede hıçkıra hıçkıra ağlayanlar, “tevbe almak” gibi adetler büyük bir şaşkınlık ve öfkeyle karşılanıyor, gerçek İslam’ın bu olmadığı hatırlatılıyor, bu vesileyle Atatürk rahmetle anılıyor, bu çağda bu “gerilik” ayıplanıyor.
Buradaki hakim duygu şüphe, endişe ve korku değil.
Tam tersine bir hayat tarzına karşı üstenci bir kibir, kendini koruma refleksinden çok bir yok etme arzusu.
Sanki girmek yasakmış gibi Menzil’e Amazonlardaki bir köye giriyormuş giren gazeteciler öfkeli izlenimler paylaşıyorlar. Şimdiden cemaat üçe bölündü.
Bazıları hala tarikatların ve cemaatlerin DP döneminden itibaren sağ iktidarların desteğiyle güçlendiğini, halkı kandırarak ayakta durduklarını, eğer devlet destek vermezse yok olacaklarını zannediyor.
Karşılarında kaç yüzyıllık bir gerçek olduğunun bile farkında değiller.
Mesela neden Kürtlerin yaşadığı coğrafyada, ülkenin diğer bölgelerinde olmayan Nakşibendi şeyhler, seydalar, şeyhlerin kontrol ettiği köyler, insan kitleleri var?
1800’lü yılların başında Osmanlı Kürt coğrafyasında beylikleri, emirlikleri merkezileşmek için ortadan kaldırırken onları yerine Hint coğrafyası dışına çıkamamış Nakşibendiliği bu coğrafyada yeniden dirilten Mevlana Halid-i Bağdadî’nin halifeleri bölgede otoriteler kurdular.
Hem düzeni sağladılar, hem İran ve Şiiliğe karşı tampon oldular hem de bölgedeki Ermeni kilisesinin gücünü zayıflattılar, bölgenin İslamlaşmasını sağladılar.
Ama hesapta olmayan sonuçlar da ortaya çıktı, Kürt nakşi şeyhler Kürtlük bilincini güçlendirdi, isyanlar çıkardılar. Halidi Bağdadi’nin halifesi Şeyh Taha’nın oğlu Şeyh Ubeydullah hem Kaçar hanedanlığına karşı savaştı, hem Osmanlı’ya isyan etti. Onun oğlu Şeyh Abdülkadir, Şeyh Said isyanında oğluyla birlikte idam edildi.
Bölgedeki şeyh ailelerinin böyle uzun sosyal ve siyasi bir geçmişi var.
Nitekim vefat eden Abdülbaki Erol’un ağabeyi Seyyid Muhammed Raşid Erol, onun babası Seyyid Abdülhakim, onun babası Seyyid Muhammed, onun babası Seyyid Mar’ufdu.
Yani karşımızda bugün altıncı kuşak şeyhleri posta oturmuş bir Nakşi aile var.
Bu ülkedeki pek çok kurumdan, gelenekten daha eskiler.
Bu tarikatın baskıyla, kapatmayla, yasaklayarak yok edebileceği fikri ilk olarak 2023 yılında akla gelmiş bir fikir de değil.
Cumhuriyet döneminde çokça denendi ve yapılamadı.
Bütün yasak ve baskılarından sonra da ayakta kaldılar, fiziki olarak medreselerinde eğitime devam ettiler.
Erol ailesi de Siirt’in Siyanüs, Taruni, Bilvanis, Şırnak’ın Kasrik, en son Batman’ın Gadir köylerini dolaşıp 1971 yılında Adıyaman Kahta ilçesindeki Menzil köyünün olduğu araziyi satın alıp, medreselerini buraya kurdu.
Yani Menzil Köyü ele geçirilmiş bir Cumhuriyet köyü değil, bizzat aile tarafından, ölen şeyhin babası Şeyh Abdülhakim Erol tarafından kurulmuş bir dergah köy.
Menzil’in bölgedeki benzer Kürt Nakşi şeyh köylerin ve tarikatların arasından sıyrılıp Türkiye çapındaki şöhretinin sebebi ise 80’lerin başında Raşid Erol’un içki ve uyuşturucu bağımlılarına tövbe ettirip, tedavi etmesi.
İçki ve uyuşturucu bağımlılarına özel özel hastanelerin, terapi gruplarının olmadığı bir ülkede bu büyük bir toplumsal ihtiyaca karşılık gelmiş.
Mekke’ye gidip tövbe etme imkanı olamayanlar, Menzil’e gidip tövbe etmişler. Bir sürü aile bu sayede medeni bir şekilde içemeyen aile fertlerinin bağımlılık çilesinden kurtulmuş.
Muhammed Raşit Erol’un şöhreti o kadar yayılır ki 80’lerin başında çıkan ve her hafta kapağında erotik bir kadın pozu olan Erkekçe dergisi bile Menzil köyüne muhabir gönderip, haber yapmış.
Derginin başındaki Hıncal Uluç o haberi yazmıştı:
“Ben o sırada Erkekçe dergisi genel yayın müdürüyüm. Şeyh'in ünü öylesine yayılmıştı ki arkadaşları Menzil köyüne yolladık. Öğrendikleri ilginçti. Gerçekten Şeyh'in evi yurdun dört bir yanından gelenlerle dolup taşıyordu. Özellikle içki, sigara ve kumarı bırakmak isteyenleri, yakınları akın akın Şeyh'e getiriyorlardı. Anlatılanlara göre, Şeyh bunların hepsini tedavi de ediyordu, ama para almıyordu. Tüm ısrarlara rağmen maddi bir karşılık kabul etmiyordu."
Köy 80’li yıllarda gazete manşetlerinden düşmez.
Tabii bu şöhret askerlerin de dikkatini çeker.
Sık sık köy aranır.
1983 yılında da Raşid Erol, bir gün köyden alınır, sorgulanmadan Gökçeada’ya sürgüne gönderilir.
18 ay adada bir meyhanenin üst katındaki evde sürgün hayatı yaşar. Kimseyle görüştürülmez.
Sürgününün bitmesi için devreye girenlerden biri taze başbakan Özal’dır. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’e çıkar ve ondan iki şey ister: Diyanet Başkanı’nın protokoldeki yerinin yükseltilmesini ve Raşit Erol’un sürgününün bitmesini.
Özal, neden bunu yaptığını daha sonra şöyle anlatır:
“O dönemde birçok kişi yargılanmadan cezalandırılıyordu, adı geçen zat da onlardan biriydi. Gökçeada’da mecburi ikamete tabi tutulmuştu, hem de hiç sorgulama geçirmeden"
Evren, Özal’ın bu talepleri duyduğunda ne hissettiğini anılarında yazar:
“Midem bulandı”
Özal’a “Olmaz böyle şey. Şeyh olarak geçinen bu kişi üfürükçülük yapıyor ve bu yüzden dünyanın parasını kazanıyormuş. Üfürükçülük kanunen de, dinen de yasaklanmıştır” der.
Bir rivayet göre 16 ay sonra sürgünü bitiren o yıllarda askerlerin partisi MDP’nin lideri Turgut Sunalp olur. Sunalp, beşli konsey üyesi Necdet Üruğ’a, ''Eğer bu konuyu halledersek çok oy kazanırız'' der ve Erol, Gökçeada’dan Ankara’ya getirilir.
Sonra da tekrar Menzil köyüne gitmesine izin verilir.
Hikayenin gerisi malum. Menzil o tarihten beri isteyene kapılarını açmış bir köy. O kadar ki 1991’de 16 yaşında bir lise öğrencisi elini öptüğü Raşid Erol’u zehirli bir şırıngayla öldürmeye bile çalışmıştı.
Menzil, herkesin pofur pofur sigara içtiği, erkeklerin başlarına bir tülbent geçirerek “hafi zikir” yaptığı, arada Erol ailesi lüks arabalarıyla köyden çıkıp, köye gelirken hayatın durduğu, ucunu toplunca şeyhin tuttuğu iplere tutunarak tövbe edilen belgesellik bir mekan.
Bir zamanlar bir çorbanın kaynatılıp herkese ikram edildiği alt orta sınıfların tarikatı ise artık hastane zincirleri, şirketleri olan, Sağlık Bakanlığı’nda etkin, devlet kurumlarına girerken iyi referans haline gelmiş bir orta sınıf tarikatı.
Her seçimde destek açıkladıkları, son seçimde Menzil Köyü’nde yüzde 97 oy almış AK Parti için mensupları parti içinde bulunan, elde tutulması gereken büyük bir kalabalık.
Devlet içinse terörün ve bölücülüğün yükseldiği bölgede devlete bağlı hatta milliyetçi denebilecek bir Kürt Nakşi tarikatın varlığı bir tehdit değil.
Türkçe’leri zayıf Kürt şeyhlere Muhsin Yazıcıoğlu’nun bağlılığı, Abdülbaki Erol’un cenazesine katılan tek liderin BBP lideri olması yeterince ilginç olmalı.
Yani karşımızda kapatılsın diyerek kapatılmayacak, daha önce de defalarca kapatılmaya çalışılmış ama başarılamamış tarihi, sosyal, kültürel, dini bir gerçek var.
Ve bir de birlikte yaşadığımız birkaç milyon insan.
Önce milyonlarca insanı hayatın anlamını burada buldukları, tövbe edip eski hayatlarına veda ettikleri, gavslara, seydalara hizmet ederek
mutlu oldukları için suçlamak gibi beyhude, insanı yoran, kibirli bakışın kimseye bir faydası yok
Kimsenin elinde bu dünyanın nasıl yaşanması gerektiğiyle ilgili sihirli bir formül yok.
Birkaç milyon insan da böyle yaşamak istiyor.
İnsanların bize göre yanlış hayatlar yaşamasını içimize sindirmeyi öğrenmeliyiz.
Herkesi kurtaramazsınız.
Herkesi yoran, toplumu geren bu kurtarıcılık misyonundan, hakikate sahip olmak kibrinden kurtulmak gerek.
Çünkü bu kurtarıcılık misyonu başarısız oldukça bu kez o insanlara karşı kesif bir düşmanlığa dönüşüyor.
Türkiye’deki laikler, modernler kazanamayacakları savaşlara girmekten, yel değirmenlerine karşı kılıç sallamaktan vazgeçmeliler artık.
Bu enerji öfkeye, nefrete, baştan kaybedilmiş savaşlara harcanacağına, her türlü konuşma ve ikna çabasını baştan bitiren bir kibre dönüşeceğine, böyle yapıların kamusal kararlara etkileri, devletteki varlıkları ve kamu imkanlarını kullanmalarını sorgulamak gibi daha medeni, daha somut daha sonuç alıcı ve iletişime açık işler için kullanılmalı.
Tarikatları bitiremez, devlet gücüyle kapatamazsınız. Atatürk’ün bile yapamadığını siz yapamazsınız. Denendi ve olmadı.
Tabii bu medeni seviyeye ulaşmak için bir nefis terbiyesinden geçmeye, egosunu yenmeye ve tövbe etmeye ihtiyaç var.
Maalesef bunun için gidilecek bir Menzilimiz de yok.