Devrimlerin olağanüstü müdahalelerle, darbelerle durdurulduğu Arap-İslam dünyasında I. Dünya Savaşı sonrası oluşmuş düzen tekrar tesis edilmiş durumdadır. Bu tesisin en önemli şartı siyasal alanın tamamen kapatılmış olması, kitlelerin değişim taleplerini ifade etme imkanlarının tamamen yok edilmesidir.
Buna mukabil daha önce devrimlere götüren sosyolojik koşullar değişmiş değil, hatta daha hızlı bir gelişim içinde:
Kentleşme ciddi bir sanayileşme olmadığı halde artmakta, eğitimli veya eğitimsiz genç nüfus işsizliği daha da artmakta, internet üzerinden sosyal ağlarla dünyayla bütünleşme de paralel bir biçimde gelişmekte ve devletlerin halklarına hizmet sunma kapasitesi de paralel olarak daralmaktadır. İnsan onurunu, haklarını, refahını hiçbir şekilde öncelemeyen yönetimler halka hesap vermek mecburiyeti de hissetmiyorlar.
Tamamen kapattıkları siyasal alan dolayısıyla zaten muhalefete hiçbir hayat hakkı tanınmadığı için bu mecburiyeti aslında sadece ertelemektedirler. Her muhalif sesi, hatta muhalefet etme ihtimali olan her insanı hapse atmak suretiyle kitlelerin uzun süre yönetilebileceğine dair bir bakış açısı hâkim.
Bu baskılara dayanamayıp isyan edenlerin başına gelebilecekler için Suriye ve Yemen’de yaşananlar yeterli dersler veriyor olmalı. Sosyolojinin, siyaset biliminin, tarihin durduğu, iptal olduğu yerdir Suriye ve Yemen. Yüzbinlerce Müslümanın vahşice, canice akıtılmış kanı, milyonlarca Müslümanın yerini yurdunu trajik bir biçimde terk etmek zorunda kalması ve oluşan büyük insani dram kimin umurundadır? Batılıların umurunda olan tek şey buradan kendilerine bir mülteci dalgasının vurmasının nasıl engellenebileceği. Ama Müslüman ülkelerin İslamcı olmayan yöneticileri için bu olup bitenler sadece müstahakkını bulmuş asi bir halkın kaderi olarak görünüyor.
Böylece sürekli gelişmekte olan toplumsal dinamiklere cevap veremiyor olmaları dolayısıyla artan hoşnutsuzluğun barındırdığı büyük patlamalar bu örnekler üzerinden birileri tarafından satın alınmış gibi görünüyor.
Arap-Müslüman halklarına reva görülen muamele bu ve Arap Baharı sonrası ortaya çıkan bu manzaraya bakıp hala birileri İslamcıların başarısızlığından söz edebiliyor.
Burada İslamcılar başaramadıysa birilerinin başarmış olduğu da zımnen anlatılıyor olmalı. O zaman ortada bir başarı da görmemiz gerekiyor. İslamcıların başaramadığını kim başardı mesela?
İslamcılar topluma demokratik bir rekabet ortamında daha iyi bir hayat, insan onuruna yaraşır, insan haklarına saygılı, yolsuzluk, yoksulluk ve baskılara karşı daha açık, hesap verebilir bir yönetim, İslam dünyası için daha bağımsız, ayakları üzerinde duran bir siyasi varlık vaat ettiler. Bu vaatleri halklar tarafından kabul gördü ve demokratik yollarla iktidara gelmeyi başardılar. Ama başarma yolundaki rekabete ve denetime açık girişimleri vahşice darbelerle önlendi. Rakipleri onlarla aynı kulvarda yarışmayı göze alamadı.
Başarı konusunda eleştirilebileceği konu “her şeyi göze alıp” iktidarda kalamamaları olabilir. Ancak iktidarda kalmak için göze almaları gereken şey belki de rakiplerinin oyununa gelmekti. Demokratik değil, yine istibdada dayalı yönetimler kurarak, rakiplerine benzemekti. O taktirde yine başka türlü bir başarısızlıktan mı bahsedilecekti yoksa bir başarıdan mı?
Şimdi İslamcıların başaramadığı yerde kimin başarılı olduğunu sormak da gerekmez mi? Sosyalistler mi, liberaller mi, daha radikal demokratlar mı, milliyetçiler mi? Kim neyi başardı?
Batılı güçlerin göz yummasıyla veya doğrudan desteğini alarak darbe, istibdat ve katliamlarla iktidarda kalan güçler için hala tek korkulu rüya İslamcılık ise, başarıyı kim, nasıl ölçecek? Hele, engellenmiş ve bastırılmış İslamcılığın Ortadoğu’ya maliyeti bugünkü vahim tablo iken?
İslamcılığın Arap Baharı›ndaki bu trajik başarısızlığı bir yana, iktidardaki başarısızlığına dair değerlendirmelerin bir kısmı da Türkiye üzerinden yapılıyor. Türkiye’deki İslamcılığın belli ki AK Parti iktidarı tarafından temsil edildiği düşünülerek İslamcı vizyon, ahlak veya misyonundan tamamen saparak başka bir başarısızlık hikayesi yazdığı söyleniyor. Aslında AK Parti icraatlarına dair dile dolanan bütün hoşnutsuzlukların hedefinin doğrudan İslamcılıkla özdeşleşmesi, İslamcılıkla ilgili beklentilere dair bir sürü başka şey söylüyor.
Göz ardı ettikleri birkaç konu var oysa:
1. AK Parti hiçbir zaman İslamcı bir parti olduğunu söylemedi, dolayısıyla onu İslamcılığa dair eleştirilere bir örnek olarak koymak için birkaç kavramsal filtre lazım.
2. AK Parti İslamcı ise bile ona nasıl bir başarısızlık isnat edilebilir? 20 yıldır 15 seçimde halkın oyunu alarak, halka sürekli tazelenmiş umutlar vaat ederek iktidarda kalabilen bir harekete nasıl başarısızlık atfedilebilir?
3. 20 yıllık dönemde demokratikleşme, Kürt ve kimlik sorunu, insan hakları, darbelere karşı mücadele, iyi yönetim, hizmetler, sosyal devlet, ekonomik adalet adına gerçekleştirilenler İslamcılık hanesine yazılmayı fazlasıyla hak eden emsalsiz bir başarı kataloğu sunuyor.
4. AK Parti kendine İslamcı demese de ona İslamcılık atfedenlerin işaret ettikleri bütün olumsuzluklarla İslamcılığı özdeşleştirmeleri kendilerinde bir hayal kırıklığı yaratıyor değil. Çünkü onlar hiçbir zaman İslamcılık hakkında böyle bir başarı hayali kurmuş değillerdi. İslamcılık hakkında duydukları tek hayal bir başarısızlık hikayesiydi zaten. Onları İslam’ın veya İslamcılığın iyi olduğuna ikna edecek bir şey olamazdı. Olsaydı 20 yıldır iktidarda başarılanlarda İslamcılık hanesine yazılacak bolca ikna edici örnek bulurlardı.