Stefan Zweig'in "İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar" adlı hacmi küçük muhtevası fevkalade büyük bir denemeler kitabı var. Bu kitabı okuyunca bir kaç dakikalığına da olsa insan bulunduğu evreden bir üst evereye çıkıyor. Zira insanlık tarihine yön vermiş belirleyici anlar üstüne çevrelerindeki geçici koşulların dayattığı sınırları aşabilmiş Fatih Sultan Mehmed, Händel, Dostoyevski, Tolstoy, Lenin gibi "yaratıcı bireyler"in o benzersiz "anlarını" anlatıyor. Bakınız kendisi bunu nasıl betimliyor;
"Çağları aşan bir kararın bir tek takvime, bir tek saate, çoğu kez de yalnızca bir tek dakikaya sıkıştırıldığı trajik ve yazgıyı belirleyici anlara, bireylerin yaşamında ve tarihin akışı içinde çok ender rastlanır. Ben böyle anları İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar diye adlandırdım; çünkü onlar, tıpkı yıldızlar gibi, hiç değişmeden geçmişin karanlığına ışık tutmaktadırlar... Olayları anlatırken, gerçekleri değiştirmedim, kendi katkılarımla renklendirip zenginleştirmedim. Çünkü tarih, kusursuzluğa ulaştığı böylesine eşsiz anlarda, kendisine yardım için uzatılan ellere gereksinim duymaz."
Bendeniz bir kaç aydır Kürt siyasetinin dağınık halini düşünüyorum. Karanlığın her tarafı sardığı bu zamanda bir umut var mı diye kendi kendime sorular soruyorum. Sonra cevabımı buldum. Lakin bu cevabımı sizler için yazmadan önce son 6 yılda Allah'ın insana bahşettiği o muhteşem zamanlara nasıl tanıklık ettiğimizi ve fakat en azından bizim için yıldızın parlamasına az kala nasıl da bu yıldızların söndürüldüğü üzerine bir iki kelam etmek isterim.
Biliyorsunuz Ahmet Davutoğlu 2014 yılında AKP'nin başına getirildi. Başbakan oldu. Entelektüel ve gerçekten bilgili bir insandı. Bazı şeyler yapmak istedi. Sonraki seçimlerde de kazandı ve başbakanlığa devam etti.
Daha sonra anladık ki Cumhurbaşkanı onun ahvalinden hoşnut değil ve bir gün makamına çağırarak bir kaç gün içinde görevi bırakmasını yerine Binali Yıldırım'ın seçileceğini söyledi. Eğer Ahmet Davutoğlu o gün orada Cumhurbaşkanına " Efendim, sizin desteğinizle de olsa ben seçilmiş bir başbakanım. Öyle siz buyurdunuz diye istifa edemem. Ama eğer partim, delegelerim ve halkımız benden hoşnut değiller ise kongre yapalım, kim kazanırsa diğeri evine gider" deseydi; o gün orada lider olmaz mıydı?
Ne olurdu o zaman? Delegelerin yüzde 30'u bile onu destekleseydi, rakibi kazandığı halde kazanan yine Davutoğlu olacaktı. Zira onun da içinde bulunduğu ve daha sonra adı Ak Parti olacak olan Yeni hareket böyle oluşmuştu. Lakin o yapmadı bunu. Şimdi ne yapıyor? "Konuşursam karşı ki dağlar yıkılır" havasında "gesi bağlarını" dolanıyor.
Son yıllarda tarihin altın bir tepsi içinde kendisine hem de iki kez lider olma, tarihin seyrini değiştirme fırsatı sunduğu ikinci insan ise Selahattin Demirtaş'tır.
Selahattin Demirtaş için yıldızın parladığı ilk an 7 Haziran 2015 seçimlerinin sonuçlandığı gece idi. Zira kendisi dahil hiç kimsenin beklemediği bir sonuç aldı HDP. Toplamda oyların yüzde 13'ünü ve 81 milletvekilliği alarak tarihe damgalarını vurdular.
Lakin daha oylar sayılırken ve sonuçlar resmi olarak açıklanmamışken Demirtaş, tarihin kendisine sunduğu fırsatı ve yıldızın parladığı o anı görmeyerek, kendilerine oy verenlere teker teker teşekkür etti ve sonunda Cumhurbaşkanını kast ederek; " Endişe etmemesini ve onu adil bir şekilde yargılayacağını" söyledi.
Oysa tarihin kendisine sunduğu fırsat çözüm süreci ve barış iradesini destekleyerek ve bu sürecin daha sağlıklı bir yürümesi için şöyle demeliydi; "Halkımız bize hükümet olma görevi verdi. Biz halkın verdiği bu görevden kaçınacak değiliz. Lakin Kürt Sorunun barışçıl bir şekilde çözülmesine, Avrupa Birliğine, Kopenhag Kriterlerinin uygulanmasına bağlı olacak bir koalisyona içerden veya dışarıdan destek verebiliriz."
Ama o bunu demedi. Ve sonraki süreci hatırlıyorsunuz. Memleket de kıyamet koptu. Hendekler, şehir savaşları ve binlerce ölüm. Şehir göçleri ve yıkıntılar içinde kaybolduk. Aslında o kapkaranlık zamanlarda da yıldızın parlama ihtimali vardı.
Çünkü o faaliyetlerin tamamı demokratik siyasetin akamete uğraması, barış sürecinin bozulması için geri dönülemez virajların alınması gerekiyordu. Bunun için de içerden ve dışarıdan bu ülkede barış olmasını, Türkiye'nin Kürtlerle barışmasını ve böylece Türkiye dışındaki Kürtlerle sağlıklı bir ilişki geliştirmesini istemeyen herkes bu sürece karşı çıktı.
Lakin bütün bu karşıt uğraşların önemli bir kısmı Selahattin Demirtaş'ın merkezinde yer aldığı barışçıl mücadelenin başarma ihtimali idi. İşte tam bu anda Selahattin Demirtaş'ın yapılan her şeyin kendi siyasetine karşı olduğunu bilmesi ve o hendek ve şehir savaşlarına karşı çıkması gerekiyordu. Hendeklerin kapatılması, şehirlerde hendek kazanları devlet ile koordineli bir şekilde dışarı çıkarması ve o savaşa son vermesi icap ederdi. Lakin o bunu da yapmadı. Sonuç ortada. Kendisi haksız bir şekilde tam beş yıldır hapishanede ve hakkında doğru düzgün bir iddianame bile hazırlanmadı. Yani tamamen siyasal nedenlerle içerde tutuluyor.
Ve o günden bu yana çok sular aktı köprülerin altından. Türkiye'de siyaset kilitlendi. Mevcut parti eşleşmelerinin iş yapamayacağı, hangisi kazanırsa kazansın bu ülkeye barış ve huzuru getirmeyeceği, aksine daha büyük bir kaosla karşı karşıya olduğumuzu görüyorum. Çünkü vardığımız yer artık bu işin böyle devam etmeyeceği ve sürdürülemez bir noktada olduğumuzu gösteriyor.
İşte tam şimdi tekrar böyle bir tarihi fırsat altın bir tepside Kürtlerin eline geçti. Zira kilitlenen Türkiye siyasetinin anahtarı Kürtler, demokratlar ve liberal demokrasiden yana olan insanlardır. Kısaca egemenliklerini sürdürebilmek için cumhuriyetin mağdurlarına muhtaç oldular cumhuriyetin egemenleri.
Mevzu biraz uzun bir izaha muhtaç olduğu için haftaya bu konuya devam edeyim diye düşünüyorum.