İşleri çığrından çıkarabilmek için her şey yapılıyor. Freni patlamış kamyon gibi yokuş aşağı gidiyoruz. "Kılıçdaroğlu´nu burada asacağız" diye yayın yapılıyor. Ankara´da Ulucanlar Cezaevi´nde Denizlerin idam edildiği darağacı görüntüye geliyor. Bu densizliği elinde mikrofon, gazeteci kılıklı birisi yapıyor. Sırıtıyor. Seçim meydanlarında da tehditten geçilmiyor. Belediye seçimlerine mi gidiyoruz, milli mücadeleye mi hazırlanıyoruz anlamak mümkün değil.
Şimdiye kadar sükunetini koruyan Kılıçdaroğlu, bu kışkırtıcı yayının ardından sinirlerine hakim olamayarak, ya da farklı bir yerden polemik yapmayı uygun görerek, "Benim idamım için kanun çıkarmak istiyorsan, getir kanunu desteklemezsem namerdim" karşılığını veriyor. Kılıçdaroğlu, "Benim için idam kanunu getirirsen" diye başlayarak, çağrısını bireysel bir yerden yapsa da, idam kanununu yeniden getirmek isteyen iktidarın eline koz vermiş oluyor. Bu cevap idam cezasının vahametiyle bağdaşmıyor. "Rüyanda bile görme. Eğer idam gelirse, Türkiye bir Ortadoğu ülkesine, üçüncü sınıf geri bir ülkeye dönüşür" demesi daha doğru olurdu.
Geçmişten ders çıkarmak
Bu, bana, geçmişte yapılan benzer tartışma ve gafları hatırlattı. CHP yöneticileri, iktidar partisine, uzun yıllar boyunca, "Haydi kaldır bakalım dokunulmazlıkları" çağrısında bulundu. Oysa, milletvekili dokunulmazlığı, dünya çapında demokrasi deneyiminin gereği olarak oturmuş evrensel bir ilke.
Dokunulmazlık tartışmasını günlük siyasetin aracı haline getirmek ilkesizlikti. Meclis çoğunluğu elinde olan bir iktidar karşısında böyle bir tezi savunmak ciddi riskleri de içeriyordu. İktidar, CHP´nin çağrılarına başlangıçta karşılık vermedi. Gün geldi dokunulmazlıkların kaldırılmasını, hükümet, Meclis´in önüne getirdi.
Yazının devamını okumak için...