“Artık bilmek zorundayım, siz gerçekten benimle birlikte misiniz? Artık karar verin”
İmamoğlu; “Her koşulda sayın genel başkanımızın yanındayım”.
Yavaş; “Adil yarınlar, huzurlu bir gelecek için her zaman yanınızdayım”.
Soyer; “Umut, barış ve adalet dolu bir Türkiye için yanındayım”
Kılıçdaroğlu, böyle seslenmişti/sormuştu İzmir’de partisinin Çalışma ve Değerlendirme Toplantısı’nda. Ve hemen yanıt verdi üç belediye başkanı. Sanki soru da yanıtlar da önceden hazırlanmıştı. Ve bu diyalog, (doğallığında) Kılıçdaroğlu’nun onayı aldığı ve cumhurbaşkanlığı adaylığının önündeki tüm engellerin kalktığı şeklinde yorumlandı.
***
İlk olarak, şu kısmı biraz değerlendirmek gerek; bu diyalogda bir gariplik var gibi. Soran, Parti Genel Başkanı. Yanıtlayan; Parti’li belediye başkanları. Genel Başkan, kendi partisinin üyesi olan bu başkanlardan neden onay almak zorunda hissediyor kendini? Üstelik bu başkanları bizzat seçtiren de kendisi değil mi? Öyle ya Kılıçdaroğlu karar vermese (ya da en azından onay vermese) bu şahısların hiçbiri şu an ki koltuklarında olamazdı. Hele hele İmamoğlu! Kılıçdaroğlu, bu şahsı İBB adayı yapmasa Türkiye’de kaç kişi farkında olurdu, böyle bir şahsın aramızda yaşadığına? Bir genel başkanın, kendi partisinin üyelerinden “kendisi ile birlikte olunup olmadığını” teyit etmesi Genel Kurul’da olur (ve Kılıçdaroğlu 1318 delegeden 1251’inin oyunu alarak yeniden genel başkan seçilmişti), twitter bir onay alma platformu olmasa gerek.
Bir başka gariplik; kullanılan yöntem. Kılıçdaroğlu, pekâlâ bu başkanları odasında toplar, aynı soruyu sorar ve bu yanıtları aldığında da basın karşısında oturur –elbette yanına da BB’leri oturtup- “başkana bağlılık” bildirisini okutturabilirdi. Ancak bu yöntemi kullanmadı. BB’lerin, tek tek ve twitter üzerinden “bağlılık yemini” etmelerini istedi.
En yaygın yorum, Kılıçdaroğlu’nun böyle yaparak “potansiyel cumhurbaşkanı adaylarını bertaraf ettiği” şeklinde. Açıkçası kanaatim bu yönde değil! İmamoğlu’nun da Yavaş’ın da potansiyel adaylıkları zaten çok önceden bitmişti. İmamoğlu’nunkini Fazıl Say, Yavaş’ınkini de HDP bitirmişti.
Hatırlanacak olursa, İmamoğlu’nun Nagehan’lı Karadeniz turu sonrasında Fazıl Say; “Ekrem İmamoğlu’nu savunmuş biri olarak ..toplumlardan af diliyorum, pişmanlığımı da söylemek istiyorum” diyerek noktayı koymuştu. (Barış Yarkadaş da epey uğraştı, hakkını yememek lazım)
Mansur Yavaş için ise noktayı Ahmet Türk koymuştu; “Mansur Yavaş aday olursa Kürtlerin oy vereceğini sanmıyorum”. Ve bu sözler HDP tarafından “parti görüşüdür” diyerek netleştirildi. Söylemeye gerek var mı; Kürtlerin oy vermeyeceği bir adayın seçilme olasılığının olmadığını… (Mansur’un siyasi yetersizlikleri de ayrı mevzu)
Ne hazin bir kısırlıktır ki Erdoğan’ı devirmeye çalışan muhalefetin aday listesi 3 kişiden oluşuyor. 4.yü söyleyebilecek kimse var mı? (birileri Gül’ü söylemeye çalışacak gibi ama nafile).
Pekâlâ, Kılıçdaroğlu’nun muradı neydi? Kılıçdaroğlu, bu hamlesi ile hem 6’lının içindekilere hem de dışındakilere mesajı iletti; “Adayı ben belirleyeceğim. O ikisi bana tabi olduklarını, gördüğünüz gibi deklare etti. Beni bypass edip aday pompalamaya çalışmayın”.[1]
Kamuoyunun çok büyük bir bölümü, bu hamle ile Kılıçdaroğlu’nun “adaylığını ilan ettiği” kanaatine vardı bile. Aslında haksız da sayılmazlar. Kılıçdaroğlu, bir süredir bu doğrultuda epeyce adım attı, yürüdü.[2] Kısaca hatırlayalım. Özellikle 2018’den sonrasını. 2017’deki “Adalet Yürüyüşü” önemli elbette, belki de “ışık” ondan sonra yanmıştır!
15 Ekim 2021- Kılıçdaroğlu Merkez Bankası önünde
3 Aralık 2021- Kılıçdaroğlu TÜİK önünde
30 Aralık 2021- Kılıçdaroğlu MEB önünde
10 Şubat 2022- Kılıçdaroğlu elektrik faturasını ödememe eyleminde
8 Nisan 2022- Kılıçdaroğlu Et ve Süt Kurumu önünde
Bunlar, yıllardır solcuların eylem tarzları. Protestoyu/açıklamayı masa başında yapma, muhatabı fiili olarak da hedef olarak göster ve sokakta yap ki cüretin de kanıtlansın. Ve halktan bir karşı çıkış bekliyorsan ilk önce sen karşı çık, sen “mağdur” olup elektriksiz kal.
Hatta Kılıçdaroğlu bir ara turbo moda geçti. Ve “tarzına” uygun olmayan bir hamle daha yapıp 13 Mayıs’ta SADAT’ın önüne gitti; “Seçim güvenliği önemlidir. Önünde bulunduğumuz SADAT bir paramiliter kuruluştur… Burası terörist yetiştiren bir kurumdur” dedi. SADAT hamlesi, sadece seçim döneminde bu kontr-gerilla ekibini hareketsiz kılmayı amaçlamanın ötesinde aynı zamanda Saray’a tabi olmayan ekiplere de ‘hoş’ bir mesajdı.
Ve vitesler teker teker yükselmeye devam etti.
18 Temmuz 2022- Kılıçdaroğlu “Gençlere sesleniyorum: Faizli KYK borçlarını ödemeyin” (Erdoğan, tepkiler üzerine kredi faizlerinin sıfırlanacağını açıkladı.)
26 Temmuz 2022- Kılıçdaroğlu, “Bizler iktidara gelinceye kadar araba alımını öteleyin”.
07 Ağustos 2022- Kılıçdaroğlu, “Öğretmenlere sesleniyorum; kariyer sınavı saygısızlığına katlanmak zorunda değilsiniz, bu sınava girmeyin.”
24 Ağustos 2022- Kılıçdaroğlu, “varlık şirketlerine devredilen borçları ödemeyin” (6 saat sonra Nureddin Nebati, icralık borçların silineceğini açıkladı)
Dikkat edilirse, bunlar “yönetenleri yönetemez hale getirme” hamleleri. (Yine bir solcu taktiği). Aynı zamanda KYK borcunu ve icralık borçlarını ödemeyen, araba almayı öteleyen her birey artık birer destekçiden çıkıp, Kılıçdaroğlu’nun kazanması için çalışan birer “partizan”a dönüşmek zorundadır. O kaybederse kendisi de kaybedecektir.
Ve son hamle (en azından şimdilik) potansiyel adayları; bırakın karşısına almayı, yanında bile tutmayıp arkasına dizdi.
Bu güçlü pozisyonu biraz daha güçlendiren bir gelişmeyi daha eklemek yerinde olacak. O da HDP’nin ve özellikle TİP’in “zımni” (kapalı bir biçimde söylenen ya da anlatılan, sezdirilen, kapalı) desteği. Bu üçünden biri seçilecekse, reel politika hangisini tercih edilebilir ki…
Şimdi gelelim asıl meseleye! Masanın diğer 5 ayağına (aslında 2) ve o masada biraz temsil edilen, biraz da edilmeyen 600 küsur yıllık devlet geleneğinin fikri ve fiili yürütücülüğünü sürdürmeyi kendine misyon edinmiş teşkilat-ı mahsusa parçacıklarına! Bu mevzuya nasıl tutum alıyorlar acaba?
Masanın beşlisi, aslında 3 ve 2 olarak tasnif edilmiş durumda. Bir tarafta Saadet, Gelecek ve Deva, diğer tarafta İYİP ve DP. Saadet, Gelecek ve Deva etkili bir karşı güç gördüklerinde çok rahatlıkla bir araya gelirler, fıtratları da geçmişleri de ortak. Hatta 6’lı masa olmasa (ya da bozulsa) bir ortak aday konusunda, içlerinden biri olmasa da dışarıdan birini bulup, en çabuk anlaşabilecek olanlar bunlar. DP zaten İYİP şemsiyesi altında Meclis’e girmiş, Akşener’in, daha doğrusu abisi Ağar’dan devraldığı yadigarı.[3] Gücü şimdilik, geleceğin Benito Amilcare Andrea Mussolini’si olma iddiasıyla sınırlı.
Açıkça söylemek gerekir ki hiçbirinin içine sinmiş değil, şu Kılıçdaroğlu’nun elinin bu kadar güçlü olması! “Keşke kendisini değil de içimize sinen, ‘bizim gibi’ birini aday diye önerse masaya. Siyaset/hayat/her şey çok güzel olurdu”…
Bu aşamada iki taktiği aynı süreçte uygulamaya çalışıyor, hepsi. Bir taraftan Kılıçdaroğlu’nu vazgeçirmeye, diğer taraftan olası adaylık karşısında nasıl “dizginleneceğine” ilişkin kurallar oluşturmaya…
Vazgeçirme hamlesinin en kritik taktiği; “kazanacak aday” lafı üzerine kurulmuş durumda. Mesela Akşener; “O masanın bir noter olma görevi yok. Sayın Kılıçdaroğlu’nun Cumhurbaşkanı adayı tarifi vardı. Ben ona hep katıldım. Benim söylediğim bir şey daha var; kazanacak bir aday.” Mesela Karamollaoğlu; “O aday Sayın Kılıçdaroğlu olursa o da olur. Ama iyi araştırılması, iyi etüt edilmesi gerekir. Hakikaten tereddüt göstermeden bizim bu seçimi kazanacağımız bir adayı belirlememiz lazım.” Mesela Babacan; “Cumhurbaşkanlığını açık farkla kazanmalıyız.”
“Kazanacak Aday” vurgusu neden bu kadar çok yapılır? Sonuçta AKP+MHP yüzde 50’nin altında. 6’lının arkasında 6 tane örgüt, 6 lider olacak. Yamuğu, çürüğü, kaseti olmayan, toplumun tanıdığı ve tanıklık edeceği birinin olması ve elbette Kürtlerin de “içine sinecek” bir aday yeterli görülmeli. Ama olmaz! Ve bu “olmaz” sadece Erdoğan’ın aleyhte kampanyasında kullanacağı “Alevi, Dersimli, üstelik CeHaPe’li” saldırganlığı ile baş edilemeyecek olması değil.[4] Kestirmeden söylemek gerekirse “fıtratlarına uygun değil, fıtratlarına”. Ve kaçınılmaz olana kadar, kendilerine uygun bir aday bulmak/yaratmak için uğraşacaklar.
İkinci hamle; “içe sinmeyen” bir adayın kabul edilmesi durumunda, onu denetleyecek/kuşatacak kural ve kaidelerin neler olacağının belirlenmesinde. Sonuçta haksız (!) da sayılmazlar. Çünkü o koltuğa oturacak şahıs, o kadar büyük bir güce sahip olacak ki “yüzüğünü Hüküm Dağı’na” atmamaya karar verebilir.
O zaman ne yapmak lazım? Mesela Babacan; “Altı genel başkandan biri olsa dahi, ortak aday belirlendiği anda, kendi partisinin politika çerçevesinden çıkıp altı partinin ortak politika çerçevesine göre konuşmalı. Seçim beyannamesi, altı partinin ortak uzlaştığı çerçeve üzerinden oluşmalı.” Ya da Karamollaoğlu’nun vurguladığı; “kazandıktan sonra, bu 6’lının birlikte yöneteceği bir ilişki biçiminin tesis edilmesi.” Yani alınacak her kararın “oy birliği” ile alınmasını zorunlu kılmak. Böyle bir cumhurbaşkanını nasıl bir zihniyetin yöneteceği açık!
Mansur olsa sıkıntı olmaz ancak Kılıçdaroğlu ya da onun önereceği birinin olması durumunda “ipleri elde tutacak” garantilerin şimdiden ve üstelik çok bağlayıcı biçimde kabul edilmesi gerekir. (Bu arada, yabana atılmaması gereken bir kurgudan da söz etmek gerek; Kılıçdaroğlu’nun sürpriz bir adayı gösterip garantör olacağı. En azından bu kurgu kesin olarak bir şeyi başarır; CHP’de başkanlık kör döğüşünü engeller.)
Yazının son bölümünün girişini Demirel’den alıntılayalım, Yavuz Donat’ın kaleminden;
“Hikayeyi” Demirel anlattı. ‘Bu bir Aydın deyimidir’ diyerek.
Köylü, Aydın pazarında turp satıyormuş.
Müşteri gelince önce ufak turpları çıkarıyormuş heybeden.
Müşterinin biri ‘bu turp büyük’ diye yüzünü buruşturup, yürüyünce…
Köylü, arkasından seslenmiş:
– Hele dur bey… Turpun büyüğü heybede.
***
Süleyman Demirel:
Demokratik istikrar korunamazsa… Yönetimde zaaf belirirse… Turpun büyüğü ortaya çıkar.
– Turpun büyüğü derin devlet mi?
– Evet.
***
Demirel:
Sana günlerdir anlattıklarım 624 yıllık Osmanlı döneminin ve sonra da Türkiye Cumhuriyeti’nin özetidir… Ana tez şudur: Bu devlet ayakta durmalı… Anlattıklarım bu yolda 50 yıl hizmeti geçen bir adamın gözlemleridir.”
***
Tamam, herkes farkında, derin devlet “eski derin” değil artık. Erdoğan ile özellikle Fetö ve 15 Temmuz ile parçalara ayrıldı, kliklere bölündü, garip ucube bir şey oldu. Ama hala o parçalardan medet umuluyor.[5]
Asıl önemli olan ise Ana Fikir’in, çıkar ve güç ilişkilerini gizleyen bir halüsinasyon oluşturmak için bile olsa hala işlevselliği; “Söz konusu devletse gerisi …”. Demirel’in işaret ettiği, “yönetimde zaaf belirir”, “bu devlet ayakta duramaz” gerekçelerini her an koz olarak elinde tutanların, yeni cumhurbaşkanını içlerine nasıl sindireceği?! Yani Kılıçdaroğlu gibi birine devleti nasıl “emanet” edecekleri?
Bunun, bırakın bir örneğini, yanına yaklaşan örnek bile yok! Ufak çaplı “zorunluluklar” yaşanmış tarihte sadece. Mesela Ecevit! Ecevit’e 1974’te “katlanılması” evet bir zorunluluktur, Kıbrıs Harekâtı “vesile” olmuştur.[6]
(Ecevit, 28 Kasım 1990’da Milliyet gazetesinde yayınlanan röportajında “Özel Harp Dairesi”ni zamanın Genelkurmay Başkanı Orgeneral Semih Sancar’dan öğrendiğini söylüyordu 1974’te. ABD, kont-gerillanın ödeneğini kestiğinde.)
Pekiyi ya 1978? 80 Faşist Darbesi meşruiyetini, bu yönetememe krizi üzerinden kurmuştu. Hele hele 1999’dan sonraki döneminde Ecevit, Ecevit değildi zaten. Mesela Erdal İnönü sayılabilir mi? Dışişleri Bakanlığı, Başbakan yardımcılığı hatta kısa bir dönem Başbakanlık yapmış olmasına rağmen devlet erkinin ne kadarını elinde tutabilmiştir? Hafızalarda kalan ise Sivas katliamı sırasındaki diyalogdur!
Aziz Nesin, Ankara’daki Erdal İnönü’yü arayıp “Bizi kurtarın.” der. Erdal İnönü buna, “Hiç merak etmeyin. Gerekli tedbiri aldık.” cevabını verir. Fakat biraz sonra otel, saldırganlar tarafından yakılır. 35 kişi yakılarak öldürülür.
Korkutarak bitirmek, felaket tellallığı yapmak değil elbette amaç. Bu sürecin zorluklarına dikkat çekmek, iş işten geçtikten sonra “keşke” dememek! Ama bilinmeli ki sonuç ne olursa olsun, her sonuç yeni bir mücadele dönemi yaratır ve mücadele devredilemez/ertelenemez/bitmez…
Kılıçdaroğlu ya da bir başkası, yani haktan, hukuktan, adaletten, demokrasiden, eşitlikten, toplumsal barıştan biraz “nasibini almış” biri, pekâlâ bu ülkeye cumhurbaşkanı olabilir/olmalıdır!
Yazıdan çıkan sonuç; yazarın da Kılıçdaroğlu’nu desteklediği şeklinde olmasın sakın. Yazar “hayalini” daha önce açıklamıştı.
NOTLAR:
[1] Dikkat edilirse birileri, “ortak aday” demek yerine “çatı aday” demeyi tercih ediyor. Buradaki amacın, 6’lıyı bypass edip farklı bir adaya mecbur bırakmak olduğu açık.
[2] Yoksa kendine solcu danışmanlar mı, buldu acaba? Ekmeleddin’i, İnce’yi pazarlayanlar tasfiye mi oldu?
[3] Bu arada DP Genel Başkanı Gültekin Uysal’ı hafife almamak lazım, bakmayın öyle ezik göründüğüne. Ocak 2008’e gidelim. Demokrat Parti’nin, Mehmet Ağar’ın başkanlıktan çekildiği Süleyman Soylu’nun başkan seçildiği kongreye. Ağar, konuşmasını yapmış oturduğu yere gidiyor. DP Genel Başkan Yardımcılarından Prof. Dr. Timur Gürgen, Ağar’a, ‘Sizi tebrik ediyorum sayın genel başkan, partiyi bu hallere düşürdünüz. Ne hallere düştük’ diye laf atar. Yine bir başka genel başkan yardımcısı olan şimdiki masanın etkisiz elemanı Gültekin Uysal, Ağar’ın adamlarından bile önce devreye girip Gürgen’e kafa atar ve burnunu kırar. Dört yıl sonra 2012’de de bu partinin genel başkanı oluverir.
[4] Kılıçdaroğlu’nun aday olup olmaması bir yana keşke hem Alevi hem Kürt hem CHP’li ve hem de bir kadın adayın üzerinde onaşıp seçim süreci bir toplumsal hesaplaşma ve dönüşümle sonlandırılmış olsa. (hem de sosyalist diyemeyeceğim, bu hayalimi aşabilir?!)
[5] Örnek elbette Akşener’den. Geçenlerde Sedat Bucak’ı ziyarete gitmiş. Kendisi “sadece merhaba demek içindi ve sadece geçmişten konuştuk” dese de ne hikmetse Bucak “ben siyaseti bıraktım ama kardeşlerimden birileri vekil olabilir” deyiverdi. Daha da önemlisi “bu nazik ziyaretten sonra” Şıhanlı aşiretinin mensubu Mahmut Cevheri, İYİ Parti Genel Merkezi’ndeki danışmanlık görevinden ve partiden ‘fikir ayrılığı’nı gerekçe göstererek istifa ettiğini duyurdu.
[6] Kıbrıs Harekâtı, Türkiye kontr-gerillası için kritik bir aşamadır. Üst kademelere geçişin yolu Kıbrıs’tan geçecektir artık. Ve buna Brüksel Karargahı’nda görev yapmak eklenecektir daha sonrasında. Uzunca bir süredir de Kürtlerle savaş.
Kaynak: Farklı Bakış