Mustafa Kaya yazdı;
Geçtiğimiz hafta Kıbrıs ile ilgili Birleşmiş Milletler (BM) öncülüğünde İsviçre’nin Cenevre kentinde 3 gün süren “gayri resmi” ama önemli bir toplantı vardı. Bu toplantıya 1959-Zürih Anlaşması’na göre garantör ülkeler olan Türkiye, Yunanistan ve İngiltere de katıldı. Geçen yıl Ekim ayında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) yapılan seçimlerde Cumhurbaşkanı seçilen Ersin Tatar için de bu zirve uluslararası arenaya çıktığı ilk toplantı oldu. Sayın Tatar’ın “iki devletli çözüm” merkezinde oluşturduğu 6 maddelik teklif ile toplantıya katılması, kendisinden önceki KKTC cumhurbaşkanlarının federasyon ve sair tekliflerinin dışındaydı. Bu teklif maddelerine göre iki ayrı devletin birbirleriyle olan ilişkileri, BM açısından konumları, Avrupa Birliği ile münasebetleri ve garantör ülkelerle olan karşılıklı hukuklarına dönük çıkarımlar vardı. Yani Ersin Tatar Rum tarafının öteden beri “top çevirme” olan stratejisine karşı atağa kalktı ve zaten görüşmeler de burada tıkandı. BM tarafından yapılan değerlendirmede “resmi görüşmeler için ortak zemin bulunamadığı” ifade edildi. Ancak Genel Sekreter Antonio Guterres “vazgeçmeyeceklerini” ve “muhtemelen iki üç ay içinde yeni bir girişimde bulunacaklarını” açıkladı.
Türkiye açısından Kıbrıs meselesi aslında özellikle 1999 yılı sonrası yani Türkiye’nin AB’ye aday ülke olduğu yıldan sonra hep inişli-çıkışlı bir seyir izledi. AB yolunda en büyük engelin Kıbrıs olduğu muhataplar tarafından resmi veya gayri resmi toplantılarda öne sürülen ana gerekçeydi. Zaman içinde Türkiye de buna ikna edildi. Bu tarih itibariyle “yegâne medeniyet projesi olan AB” için Kıbrıs müzakerelerde ilk gözden çıkarılabilecek bir pazarlık maddesi haline geldi. Türkiye’de öne çıkan AB hedefi hiçbir bölgesel dengeyi ve gelecek projeksiyonunu gözetmeden Kıbrıs’ı hem de uluorta yem yapma noktasına götürdü. Bu iktidar da 1999 vizyonuna(!) uygun adımlar atmayı sürdürdü. 2004 yılındaki Annan Planı’nın referandumda geçmesi için iktidarın verdiği mücadele bugünlerden yüz seksen derece farklıydı. O zamanlar gözler iyice kararmıştı. Dünden bihaber bir bakış vardı. Günü okuyamayan ve geleceği aklının ucuna bile getirmeyen bir anlayış hâkimdi. Zaten 2004’ten sonra KKTC halkının tercihleri hep Türkiye’nin bu bakışına göre şekillendi. Yine bu tarihten sonra Güney Kıbrıs Rum Kesimi’nin (GKRY) eli her geçen gün daha da güçlendi. AB üyesi olmasıyla birlikte müzakereler onlar için kendi sözde çözümlerini dayattıkları birer şova dönüştü. Bu sefer yanlarında sadece Yunanistan değil aynı zamanda kurumsal açıdan AB de yer aldı. Türkiye’nin özellikle Doğu Akdeniz’de yaşanan gelişmeler sonrası tavır değişikliği içine girmesi ve Kıbrıs’ın hayati konumunu yeniden idrak etmesi ise elden tamamen kaymak üzere olan kendi elleriyle yağladığı ipe son anda sarılmaktan başka bir şey değildi. Bugün artık Türkiye yıllar içinde kaybettiklerini yeniden geri kazanmaya çalışıyor. Bunda ne kadar başarılı olunacağı ise günü kurtarma üzerine değil, gelecek inşası için atacağı adımlara bağlı.
Bunun yanında 2004 yılında Annan Planı’na bugünleri görerek muhalefet edenlerin “statükocu” olmak ve “çözüm istememekle” suçlanmaları da belki bugünün hengâmesinde pek anlaşılmıyor ama tarih herkesin hakkını mutlaka teslim edecektir.
Özellikle bu saatten sonra Türkiye’ye düşen görev KKTC’nin tanınması yolunda doğru hedefler belirlemek olmalıdır. Kendi ayakları üzerinde durabilen bir KKTC için ne gerekiyorsa o yapılmalıdır. KKTC ayrı bir devlettir, doğru. Ancak Türkiye hem ortak tarih, hem hukuki açıdan KKTC’nin en büyük müttefiki ve destekçisidir. Bu konumunu tartışmaya açacak her türlü girişimden uzak durmalıdır. Milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy, “Allah bu millete tekrar İstiklal Marşı yazdırmasın” diye dua etmişti. Biz de bugün geliniz, “Allah bu milleti Kıbrıs gibi bir davayı pazarlık malzemesi yapan iktidarlardan korusun” diye dua edelim.