Halil Berktay olağandışı bir iş yapıyor. Siyasi hayatını, ideolojik kabullerini ilmik ilmik yeniden örüyor, büyük bir samimiyet ve cesaretle onları analitik süzgeçten geçirip önümüze atıyor. Kaç kişi bu yazıların öneminin, hak ettiği değerin farkında bilmiyorum… Ama çok fazla olduğunu da sanmıyorum. Nedense insanların bu yazılarla duygusal ilişki kurmakta zorlanacaklarını, kolay anlaşılır bulmayacakları bu davranışı örneğin yaşlılığa, psikolojik arayışlara, hatta ideolojik temel eksikliğine bağlamaya daha yatkın olacaklarını düşünüyorum.
Halil Berktay’ın siyasi hayatını, ideolojik kabullerini yeniden gözden geçirdiği son dönem yazılarının olağandışı niteliği bizdeki ‘olağanın’ sakatlığına bir işaret. Bizler kendimize inşa ettiğimiz ve çoğu zaman zaten inşa edilmiş bulduğumuz zihinsel dünyalarımızda rahat bırakılmak, geçmiş tüm kararlarımızın doğruluğundan emin olmak, ideolojik yönelimlerimizin mutlak haklılığına yaslanmak istiyoruz. Çünkü doğru var, tek ve biz ona sahibiz… O nedenle yaşadıklarımızın ‘nihai’ sorumlusu da biz değiliz.
Ancak Berktay şöyle diyor (‘Dergi yazı kurulundan, bir gecede halk savaşına’, 13 Temmuz): “Demek ‘bu öyle bir dönemdi’ diye sıyrılıp çıkmak mümkün değil işin içinden. Realite katman katman… Dolayısıyla Marksist olabilir veya olmayabilirsin; Marksizmlerden de Marksizm beğenebilirsin. Yani çevren, geçmişin, aile kökenin ne olursa olsun, illâ şu veya bu fikir cereyanına da katılmak zorunda değilsin, ana hatlarıyla o cereyana dahil edilebilecek herhangi bir mahfile de… Biraz durup düşündüğümüzde görüyoruz ki… hepsi aslında birer tercih konusu.”
Devam ediyor: “Radikal kopuş kararları pekâlâ mümkündü. Çok sayıda insan da attı, atabildi bu adımı… Korkaklık değildi. Medenî cesaret meselesiydi. Sürüyü terk etme cesaretiydi. Ben yapamadıysam, biz yapamadıysak, örgüt mitosuna ve lider karizmasına fazla kapıldığımızdan, fazla battığımızdan, aklımızı mantığımızı askıya aldığımızdan, düşünmeyi durdurduğumuzdan, bilincimizi başkalarına emanet ettiğimizden, ayağımızı yere basmak yerine sürüklenmemize izin verdiğimizdendi… Zihniyet, karakter ve kişilik zaafları (veya benzerleri) yüzündendi.”
Son cümle üzerinde duralım. Çok sayıda insanı kapıp götürmüş olan bir ideolojik sürüklenmeyi tahlil ederken karakter ve kişilik bize rehber olamaz. Muhtemelen her ideolojik akımın içinde her türden kişiliğe rastlarız. İçe veya dışa dönük olanlar, titizler, cömertler, şefkat gösterebilenler, temkinliler, atılganlar, korkak ve cesurlar…
Ama zihniyet yaşananları anlamada kritik bir kavram. Çünkü çok farklı kişileri aynı algı, anlam, düşünce ve davranış çerçevesinde bir araya getirmekle kalmıyor. Onlara kendi algı, anlamlandırma, düşünce ve davranışlarının ‘normal ve doğru’ olduğunu telkin ediyor. Bilinçdışının oluşturduğu bir üst (bilişsel psikolojinin izini sürersek belki ‘en üst’) sistem… Bilinci yönlendiriyor, endişelerini gideriyor, tutumunun tutarlı olduğu duygusunu veriyor, giderek kendisinden emin ve memnun olmasını sağlıyor. Kişiliğin ötesine geçen, kendine özgü bütüncül hikayesi olan bir ‘Ben’ yaratılmasını destekliyor.
Zihniyet insanın doğumundan (bazılarına göre fetusun oluşumundan) itibaren kurduğu insan ilişkileri üzerinden çevresine adaptasyon çabasının sonucu. İlişkilerin çeşitliliği farklı durumlara farklı şekilde adapte olabilmeyi sağlıyor ve çoğu zaman ilişkiyi olumlayan en kolay tutumu seçiyoruz.
Dolayısıyla her birimiz bize hangi durumda hangi tutumu almamızı işaret eden bir zihniyet bileşimine sahibiz. Söz konusu tutumun doğallığı bilinç tarafından irdelenmesini zorlaştırıyor, odaklanma ve irade gerektiriyor. Ve sonuçta hayatta yaptığımız seçimlerin büyük kısmı bilinçdışının bize ‘normal ve doğru’ olarak sunduğu tutumun uzantısı olarak gerçekleşiyor.
‘Unutmak yok’ (11 Temmuz) başlıklı yazıda Berktay bugünkü bilinciyle geçmiş seçimlerine baktığında aslında bize kendi bilinçdışını anlatıyor: “Heyhat! Bütün kültürel birikimime, gördüğüm öğrenime, entellektüalizmime, demokratik terbiyeme, özgür bir gençlik yaşamışlığıma, hayat sevgime karşın, bana çok yabancı yerlere gittim. Çünkü bunların zıddının da tohumları vardı içimde. Babamdan, ailemden, sağcı-muhafazakâr bir toplumda ve Soğuk Savaş yıllarında komünist marjinallikten tevarüs ettiklerim… Aidiyet özlemi. İnsanlığı kurtaracak bir dâvâ inancı ve angajman arzusu… Aşırı epistemolojik özgüven.”
Bu olağanüstü satırlar bize şunu söylüyor: Geçmişin Halil Berktay’ı galiba (en azından) demokratlık ve otoriterlikten oluşan bir zihniyet bileşimine sahipmiş. (En azından, çünkü yedi farklı prototip zihniyet çerçevesi var ve kişi yaşantısı içinde bunlardan kendine özgü bir bileşim oluşturuyor.) Hangi durumda demokratlığın, hangi durumda otoriterliğin işlevsel olacağını teorik olarak söylemek mümkün değil. Kişinin kendine özgü deneyimlerine ve o deneyimlerin duygusal değerine bağlı. Aynı şekilde söz konusu demokratlık veya otoriterliğin hangi dürtü dinamiğiyle ilişkili olduğu, dolayısıyla kişilikle nasıl bağlantılandığı da öyle… (Konunun meraklısı benim ‘İnsanı Anlamak’ adlı kitabıma bakabilir).
Ancak sonucu biliyoruz… Berktay Marksist olmayı, devrim yapmayı seçiyor. Bugün geri baktığında bu seçimi ‘doğal’ olarak yaptığını ama ‘niçin’ yaptığını ‘tam olarak’ anlamadığını söylüyor. Çünkü o seçim bilinçdışı tarafından yapılmış. Öyle ki sanki başka türlüsü olamazmış duygusunu vermiş. Ve bilinç arada bir uyansa da susmuş, ya da susturulmuş. Ta ki bugünlere gelinceye dek…
Söz konusu seçimin niçin ‘doğal’ olduğunu anlamak açısından Marksizmin ve devrimciliğin de kişiye ‘hitap eden’ bir zihniyet bileşimi üzerine oturduğunu görmekte yarar var. Başka türlü nasıl olabilirdi? İnsan ilişkileri zihniyeti mikro ölçekte üretiyor ama ilişkiler de birbirine adapte olmak ve birlikte bir tutarlı bütünsellik üretmek zorunda. Buna ‘kültür’ diyoruz. Değer yargıları, normlar, düşünce ve davranış kalıpları kültürün tezahürleri. Ancak kültüre tutarlılığı sağlayan zihniyet bileşimi. Dolayısıyla her kültür az veya çok çoğulcu. Kendisiyle uyumlu düşünce sistemlerinin, büyük teorilerin, ideolojilerin üretilmesine olanak sağlıyor. Ve o kültürün insanları kendilerini o kültürün bazı ideolojilerine daha yakın hissediyor.
Bu hiçbir momentinde determinist bir ‘akış’ değil. Zihniyet bileşimleri imkân yelpazeleri sunuyor, kültürler, alt kültürler ve ideolojiler (bu arada bilim) söz konusu imkân yelpazesi içinde hayatın getirdiği fırsatlara, onların nasıl anlamlandırıldığı ve kullanıldığına bağlı olarak şekilleniyor ve sürekli değişiyor. Bütün bunlar zihniyet bileşimlerini de değiştiriyor. Var olan zihniyet bileşiminin adaptasyon sorunlarını çözmekte yetersiz kaldığı noktada, ya da çevre koşullarının radikal bir yeni durum yaratması halinde, insan ilişkilerinden başlayarak farklı prototip zihniyetler o toplumda geçerli zihniyet bileşimine nüfuz etmeye başlıyor.
Velhasıl sahip olduğumuz zihniyet bileşimi, kendimizi bilinçdışımıza terk ettiğimizde, dizginleri eline alıp bize her durum için en kolay adaptasyon yolunu gösteriyor ve biz de genellikle o yoldan gidiyoruz. Oysa bilincimiz buna karşı çıkabilir… İnsan zihninin doğal eğilimlerinin, yanılsama ve yanılgılarının (bias) cazibesine kapılmayıp, irade kullanarak (muhtemelen daha) sağduyulu seçimler yapabilir.
Berktay doğru söylüyor… Seçimlerimizin, tercihlerimizin yükünden ‘öyle bir dönemdi’ diyerek sıyrılamayız. Sahip olduğumuz zihniyet bileşimi içinde farklı bakışlara geçebiliriz. Hatta zihniyet bileşimimizde olmayan bir prototip zihniyeti de (ne denli yadırgasak, ‘naturamıza’ aykırı gelse de) benimsemeye çalışabiliriz.
Kişi için özgürlük alanı geniş… Ancak toplumların benzer bir irade kullanması zor. Toplumlar kendi zihniyet bileşimlerine mahkûm olmaya yatkınlar. Mecbur kalmadıkça onunla yüzleşmiyorlar ve mecbur kaldıklarında da en kolay, kaçamak değişim yollarını deniyorlar.
Dolayısıyla toplumlara ilişkin bir analiz yaptığımızda şu gerçeğin altını çizerek işe girişmekte yarar var: Bizim neden sandığımız hemen her şey, ama özellikle fiziksel altyapı ve teknoloji, o toplumun macerasında bir neden değil, sonuç. Başka sonuçlar üretmiş olması, hatta (genellikle uzunca) bir dönem sonra hakiki nedeni de etkiliyor olması bu gerçeği değiştirmiyor. Gerçek neden sahip olduğumuz zihniyet bileşimi. Çünkü fiziksel (ve toplumsal) dünyayı onun çerçevesinden algılıyor, anlamlandırıyor, yorumluyor ve seçimlerimizi de buna göre yapıyoruz.
Altyapı bize nasıl düşüneceğimizi söylemiyor… Nasıl düşündüğümüz, altyapıdan ne anladığımızı belirliyor. Bu nedenle aynı imkânlar farklı toplumlarda aynı sonuçları üretmiyor. Çünkü arada zihniyet farkı var. Ve de zihniyet farkı medeniyet farkından daima daha önce ortaya çıkıyor, farklılaşmanın asıl nedenini oluşturuyor.
***
Şimdi bu önermeyi Berktay’ın Açıkdeniz Dergisi’nde yayımlanan ‘Batının sömürgeciliği başka, Batıyla çıkagelen insanlık değerleri başka’ (Serbestiyet’te 9 Temmuz) başlıklı söyleşisiyle bir araya getireceğim.
Meselemiz Doğu/Batı farkı ve bu farkın ne zamandan beri geçerli olduğu…
Önce Berktay’a kulak verelim. Uzun ve seçici bir alıntı olacak, ama resmin bütününü görmek açısından önemli.
“Uygarlık veya medeniyet dediğimiz olay, bir kere ortaya çıktığında, muazzam bir hızla yayılıyor… Modernite öncesi dünyada bu konuda hiçbir kompleks, hiçbir takıntı yok… Kabaca 1500 dolaylarına kadar yatay bir dünya söz konusu. Yeryüzünde farklı coğrafî nişler, farklı kültür daireleri var… birbirlerine eklemlenmiyorlar… (ama) birbirlerinin farkındalar… birbirlerinden öğreniyorlar.
Modernite ile, yani kabaca 1500 dolaylarından itibaren, bir şeyler değişiyor… Sonradan daha genel bir deyimle Batı diyeceğimiz Avrupa’nın yükselişi ile kapitalizmin ve modernitenin ortaya çıkışı ayrılmaz bir şekilde birlikte yürüyor… Bu çok büyük bir şok, çok büyük bir travma… Eski yatay dünyanın yerini dikey bir dünya alıyor.
Aslında norm, Doğu dediğimiz Avrupa-dışı coğrafyaların gelişme çizgisidir… Dolayısıyla açıklanması gereken, bu yavaş gelişim ve değişim değil, Avrupa’nın neden zıpladığıdır… 19. yüzyılda, hattâ 20. yüzyılın başlarına kadar bu soruya verilen cevaplar, Avrupa-merkezci ve özcü cevaplardı. Şu açıdan özcüydü: Doğunun özünde gelişememek vardı deniyordu. Günümüz sosyal bilimlerinde… baskın eğilim şu: (1) Ayrışma hiç de başından beri mevcut değildi. (2) Yol ayrımı erken değil çok geç oluştu. (3) Bunda çeşitli kaza ve tesadüfler büyük rol oynadı.
Clive Ponting… diyor ki, Avrupa’nın şansı coğrafî bir tesadüftür. 1500’lere kadar Avrupa’nın pre-modernite içinde hiçbir üstünlük konumu yoktu. Kimsenin farkına varmadığı bir coğrafî avantajı vardı; meğer Atlantik ötesindeki Amerikalara Avrasya’nın en yakın noktasıymış!
Sonuçta bir yol ayrımı oluşuyor, bu dikey dünya teşekkül ediyor. Ve bu dikey dünyaya tekabül eden zihniyet yapıları da vücut buluyor.
Ve fakat aynı zamanda bilim. Yok muadili, alternatifi… Batı dışı alanlardaki emsallerinde var olan başlangıçları, embriyonik biçimleri çok aşıyor. Başka türlü bir sistematizasyona kavuşuyor… Aydınlanma… bilgi alanını kutsalsızlaştırdığı için her şeyi tartışılabilir ve konuşulabilir kılıyor. Bizde ise bu yönünü ya görmüyor ya da bu yönünden hoşlanmıyoruz. Belki de her şeyin tartışılabilir ve konuşulabilir olmasından hoşlanmıyoruz.“
Bu noktada söyleşiyi yapan kişi soruyor: “Batıda hem bilimi hem bütün o kavramları disiplinize eden ve kurumsallaştıran şey ne? Üniversite mi, başka bir şey mi? Bunu nasıl başardılar ki, aynısı Doğuda olmadı?”
Berktay’ın cevabı şöyle: “Vallahi şimdi öyle bir şey söyleyeceğim ki, telaffuz etmeye korkuyorum, çünkü çok basitçi gelecek. Matbaa… Daha önce Osmanlının açık ve eklektik ithalciliğinden söz ettim, ama işte matbaa bunun çok önemli bir istisnası, herhalde en önemli istisna. Çok önemli, çünkü kamusal alanın oluşumunu belirliyor… Bilimler önce orada, bu kamusal alanda sistematize oluyor. Bunun zıddını İslam dünyası örneğinde düşünebilirsiniz.”
Alıntımızı şununla bitirelim: “1300-1600 arasında bir problem yok. Osmanlı askerî aygıtı tıkır tıkır çalışıyor. Ama bu üç yüz yıl boyunca üstünlükleriyle birlikte büyük bir kibir de biriktiriyorlar. (Öyle ki) eskisi gibi kazanamamaya ya da giderek kaybetmeye başladıklarında her konuda kompleksli davranıyorlar. Aşırı özgüven zihinsel bir handikap haline geliyor… Bütün Osmanlı ve 20. yüzyıl Türkiye modernleşmesinin çıkış noktası ve dürtüsü sadece yapmak değil, aynı zamanda göstermek (temsil etmek) ve intisap etmektir. Kendi başına bir amaç olarak toplumumuzun kalkınması, ilerlemesi olarak modernizasyonun, reformlarla bunu reel olarak başarmanın ötesinde, başarmışız gibi göstermek ve bu temelde kabul edilmektir.”
***
Toparlarsak Berktay’a göre 1500 veya 1600’e kadar Batı/Doğu dikotomisinin fazla bir zemini yok. Eş düzeyli yerel medeniyetler söz konusu ve herkes herkesten öğreniyor. Ancak 1600’den itibaren Avrupa bir anda hem askeri hem bilimsel (düşünsel) açıdan bir sıçrama yapıyor ve Batı Doğu’yu tahakkümü altına alıyor. Bu sıçramanın nedeni bir tesadüf… Amerika kıtasına en yakın noktada oldukları için Avrupalılar oraları sömürgeleştirip zenginliği Avrupa’ya aktarıyorlar. Derken matbaayı keşfediyorlar ve Doğu/Batı farklılığı giderek genişliyor.
Berktay günümüzün büyük tarihçilerinin bu şekilde baktığını söylüyor. Eğer öyleyse bu büyük tarihçiler fena halde yanılıyorlar. Özcü olmama uğruna tam aksi yöne gidip gerçekliği (neredeyse ‘püritan’ diyeceğim) bir sahte yalınlığa mahkûm ediyorlar. Gerçekliği özcü olmayan bir biçimde açıklayamadıkları ölçüde yapay bir gerçeklik oluşturuyorlar.
Esas soru Berktay’ın vurguladığı üzere ‘Doğu niye geri kaldı’ değil, ‘Batı niye sıçradı’ sorusu… Ve bunun özcü olmayan, gerçekliği çok daha iyi açıklayan bir cevabı var: Batı ile Doğu arasında temel bir zihniyet farklılaşması mevcut.
Her ikisinin anlam dünyası da otoriter ve ataerkil zihniyetlerden oluşan bileşimler üzerinde gelişmiş. Ama Batı esas olarak otoriter zihniyetin takipçisi… Çatışmanın normal algılanması, hayatın bir güç kavgası olarak tanımlanması, kazananın haklı olduğunun kabulü, doğrunun tek ve bizim dışımızda olduğu, tercihlerimizin başarılı olmasının doğruyu yakaladığımızın nişanesi olarak okunması, baskı ve kontrolün doğallığı… Buradan hareketle hiyerarşik ve ‘yığınsal’ bir toplum tahayyülü. Bu tasavvurun ‘eşitlik’ üzerinden idealize edilmesi… Doğu ise esas olarak ataerkil zihniyetin takipçisi… her kişi ve grubun doğal bir sınıflandırmanın parçası olarak kendine has bir konuma sahip olması, hiçbir öznenin bir başka özneye eşit olmaması, her kişi ve grubun kendi konumuna razı gelmesi gerektiği, bilginin dışsal olduğu ve ancak uygun özneler tarafından özümsenebileceği, rehberlik ve gönüllü takipçiliğin doğallığı… Buradan hareketle hiyerarşik ve cemaatçi bir toplum tahayyülü. Ve bu tasavvurun ‘adalet’ üzerinden idealize edilmesi…
Batı’da 11. Yüzyıldan itibaren farklı bir prototip zihniyet (relativizm) anlam dünyasına sızmaya başlıyor. Birey, boş zaman, özerklik, eşdüzeylilik gibi nüanslar kişisel ilişki düzlemini aşıp ilişkiler arası normları etkiliyor. Sergüzeştlik, merak, estetik kurumsallaşıyor; karar mekanizmaları mukayeseli avantajları dikkate almaya yöneliyor. Ve giderek ataerkil zihniyetin alanı daralırken, relativizmin alanı genişliyor.
Nitekim ortaya Rönesans diye bir olgu çıkıyor. Yaklaşık başlangıç tarihi 1300… Yani Osmanlı kurulurken. Berktay 1300-1600 arasında Osmanlı’nın komplekssiz bir şekilde Batı’daki yenilikleri aldığını söylüyor ama o yenilikler her nedense temel olarak askeriye ile sınırlı. Bu arada Avrupa bilimi ‘sistemleştiren’ ve kurumsallaştıran adımlara doğru ilerliyor. Çünkü relativist zihniyet bilginin ve doğrunun kimseye ait olmadığını, her kişinin doğruya yönelebileceğini, giderek her kişinin ‘kendisi için’ bir doğrusunun olabileceğini ima ediyor.
Tabii ki bu yaklaşımın egemen olması için Reform sonrasını, Aydınlanmayı beklemek gerekecek. Ama 1600 sonrası olanlar sadece birer sonuç. Doğu/Batı farklılaşmasının nedeni zihniyet bileşimlerindeki farklılıkta ve devinimde gizli.
Bir adım daha ilerleyelim. Tarihi değiştiren bazı adımları niye Batı attı? Doğu atamaz mıydı? Önce şu Avrasya’nın Amerika’ya en yakın noktasında olma meselesi. İberik Yarımadasının böyle bir konumu olabilir, ama insanlar Amerika’ya ne kadar uzak olduklarını bilmiyordu ki… Başka bir kıtanın varlığını da bilmiyorlardı. Ama belirsizliği, başarısızlığı göze alarak denediler. Zihinsel çerçeveleri buna müsait olduğu için. (Bu fırsatı kullanmasalardı acaba biz bugünden geriye bakıp nasıl yorumlayacaktık? Fırsatı görmemelerini nasıl açıklayacaktık?)
Ama bu başarıyı çok da abartmayalım, çünkü Amerika’nın servetini Avrupa’ya taşıyan Portekizliler ve İspanyollar kısa süre içinde gücü İngiliz ve Hollandalılara kaptırdılar. Diğer deyişle parayı doğru kullanmadılar… Ama kuzeyliler kullandı. Niye dersiniz? Çünkü Avrupa’nın kuzeyinde relativist zihniyet güneye kıyasla daha güçlüydü. Hâlâ da öyle…
Daha ilginç bir mevzu matbaa konusu… Avrupa matbaayı 1450 yılında icat etmiş. Fatih İstanbul’u alarak ‘yeni bir çağ açmadan’ hemen önce. Ama asıl yeni çağı başlatan bu icat olmuş. Sonuçlarını Berktay güzel anlatıyor. İlginç olan nokta ilk matbaanın 600-700 yıllarında Çin’de icat edilmesi ve kullanılması. Ama Avrupa’daki etkiyi yaratmamış. Niye acaba? Öte yandan Osmanlı bu icada tam 300 yıl direnmiş. Niye acaba? Baştan olayın farkında olmayabilirler ve sonradan bazı tereddütleri oluşmuş olabilir mi? Maalesef öyle değil! Matbaa Osmanlı’ya 1480’lerde İspanya’dan kaçan iki Yahudi kardeş tarafından getiriliyor… Nitekim sonraki yıllarda matbaa kuruyorlar da ama Osmanlı devleti bu imkânı kullanmıyor. Niye acaba? Birçok cevap verilebilir ama ‘niye’ demeyi sürdürürseniz önünüze zihniyet çıkacaktır.
Son bir nokta olarak, Batı’nın nasıl ‘sıçradığını’ anlatırken Berktay şöyle diyor: “Sonuçta bir yol ayrımı oluşuyor, bu dikey dünya teşekkül ediyor. Ve bu dikey dünyaya tekabül eden zihniyet yapıları da vücut buluyor.” Muhtemelen altyapının üstyapıyı belirlediğini değil, bir karşılıklı belirlenme halinden söz ediyor. Ama bu ‘karşılıklı belirlenme’ denen şey biraz da yanlışa düşme korkusuyla sığınılan bir pozisyon değil mi? Nitekim kendi macerasını irdelerken Berktay zımni seçimlerini ‘zihniyet, karakter ve kişilik zaafları (veya benzerleri)’ne atfediyor. Asıl ‘altyapının’ (nedenlerin) bunlar olduğunu söylüyor. Gerçekten de incelediğimiz nesne, yani insan, ‘her şeye dönüşebilecek’ bir macun değil. Doğal seçimin ürettiği bir zihne ve bu zihnin ürettiklerini meşrulaştıran bir zihniyet bileşimine sahip. Adaptasyon tam da bu nedenle daha başarılı. Nitekim neyin ‘alt’ neyin ‘üst’ yapı olduğunu da zihin söylüyor ve sahip olduğu zihniyet bileşimine uygun bir teori (hikâye) üzerinden anlatıyor.
Nihayette Osmanlı’nın zihin dağarcığı da bu bağlamda anlaşılabilir ancak: Berktay “Belki de her şeyin tartışılabilir ve konuşulabilir olmasından hoşlanmıyoruz” diyor. Niye böyleyiz acaba? Ve yine Berktay çok güzel anlatıyor Osmanlı’nın kibrini, kompleksini, zihinsel bir handikaba dönüşen aşırı özgüvenini, başarmış gibi gözükmek istemesini… Hâlâ öyleyiz. Hak ettiğimizi düşündüğümüz ama bir türlü elde edemediğimiz, mesnetsiz bir saygı görme arayışındayız, sıradanlığı ve tevazuyu içselleştirmekte zorlanıyoruz. Çünkü esas olarak hâlâ ataerkilliğin kabuğunu kıramadık, hala relativizmin doğasına yabancıyız.
Batı ile aynı fiziksel dünyayı, teknolojiyi paylaşıyoruz ama (toplumsal bağlamda) kafamız aynı şekilde çalışmıyor. Bu nedenle önümüzdeki imkânları fırsata dönüştüremiyoruz. Sonuçlara takılıp kaldığımız ölçüde, bu sonuçları üreten gerçek nedenlerle yüzleşmekten uzak duruyoruz…
Batı ile çok açık bir zihniyet farkımız var. Evet, son yüzyıllarda daha belirginleşti, daha görünür oldu; ama Osmanlı’nın kuruluşunda bile vardı ve bakan gözlerin kaçınamayacağı bir gerçeklik olarak orada duruyor.
Özellikle zihniyet olgusunu kendi hayatında fark etmiş iyi tarihçilerin görmezlikten gelemeyeceği kadar berrak bir şekilde…
Kaynak: Farklı Bakış