Son zamanlarda ülkemiz kültürel açıdan öyle değişimlere sahne oluyor ki, endişelenmemek elde değildir. Güvenlik ve beka kaygısı bütün değerlere galip gelmiş, ihanet edebiyatı siyasetin doğal söylemi halini almıştır. Siyasete yön veren büyük isimler mahkeme kararlarına meydan okumakta, terör kavramı siyaset pazarına düşmüş sudan gerekçelerle herkese yakıştırılmaktadır. Ve en kötüsü diriliş türküleri, Sirenler’in büyülü şarkıları gibi zihinleri esir almış, güvenlik ve beka diye başlayan her türlü hukuksuzluk ve karalama, toplumda karşılık bulmaktadır. Siyaset dili ve yönetme tarzının toplumun kimyasını bozduğu, her örnekte kendini biraz daha göstermektedir.
Bu yazımızda son dönemlerin güncel problemi olan beka sorununu; beka adına yapılanların bir ülkeyi baki kılmaya yetip yetmeyeceğini ve bu problemi aşmak için ne olması gerektiğini ele alacağız.
Beka her şeyin belirleyicisi olabilir mi?
“Beka”, değer ifade eden bir kavram değil, “baki kılmak” fiilinin isim halidir. Yok olması gerekenlerin de bulunduğu bir dünyada, değerini ifade ettiği manadan değil, kalıcı kılmak istediği olgudan alır.
Bir ülkenin bekası dediğimizde, bir halkın güven ve selameti gibi büyük bir mesele üzerine konuşuyoruz demektir; önemlidir. Fakat nice ülkeler var olmuştur ki, varlığı hem kendi halkı hem de insanlık için yıkımdan başka bir şey ifade etmez. Ve nice yönetimler ortaya çıkmıştır ki yokluğu varlığına yeğdir. Bu yüzden oluşturduğu bütün milliyetçi coşkuya rağmen beka her şey değildir. Ülke önemlidir ama ondan daha önemli olan insanların mutlu bir şekilde yaşadığı ülkedir.
Hukukun talimatlarla karar verdiği ve adaletin birileri lehine işlediği bir ülke, bekası herkes tarafından arzu edilen bir ülke olamaz. Standart bir tipe uymayanların ötekileştirildiği ve terörist ilan edildiği bir ülke, dayattığı tipdışındakiler tarafından benimsenemez. Ekonomisi büyüdüğü halde gelirini bütün toplum kesimlerine yayamayan bir ülke zenginlerindir, fakirlere yurtluk yapamaz. Velhasıl bütün halk kesimlerine asgari mutluluk vadedemeyen bir ülke, askerini polisini ne kadar güçlendirse de baki kalamaz.
Türkiye, herkesin umudu olabilecek bir ülkeydi. Şu an iktidarda bulunan kadro, kendi toplumuna ve dünyanın ezilmişlerine bu ümidi vermeyi başarmıştı. Ama sonra küçük ortağın aklına hapsolarak hızla ümitleri boşa çıkarmaya başladı. Artık bu ülkede toplumun yarısına vatan haini ve terör işbirlikçisi gözüyle bakılıyor. Toplumun iç güvenliğinden sorumlu bakan, medyanın önüne çıkıp güvenlik güçlerini alenen “bacak kırmaya” teşvik ediyor. İktidar ve ortağı, hoşlarına gitmeyen bir karar verdiğinde hakimleri tehdit ediyor, hatta anayasa mahkemesinin kapatılması gerektiğini söylüyor. Siyasetin desteğini arkasında hisseden herhangi bir mahkeme, yetkice kendisinden daha üst olan mahkemeyi tanımıyor ve kararını görmezden geliyor. Merkez ideolojiye uzak olan gruplar IŞİD işbirlikçisi gibi gösterilip susturuluyor ve hukuksuz yargılamalarla cezaevine dolduruluyor. Daha kötüsü ise halkın bu politikaları benimsemiş olmasıdır; PKK, FETÖ veya IŞİD ile irtibatlandırılan her kişi ve her kurum, doğru olup olmadığına bakılmaksızın toplumun önemli bir kesimi tarafından koşulsuz mahkum ediliyor. Mevcut haliyle bu ülke, baki kalması istenecek bir ülke olmaktan gittikçe uzaklaşmaktadır.
İktidar zihniyetini değiştirmek kolay değildir; güce alışan, her iyiliğin kendisi sayesinde ortaya çıktığını zanneder. Bu iyiliklerin sürmesi için de iktidarını ebedi kılmanın yollarını arar. Fakat bir toplum için yıkıcı olan, yöneticinin baki kalmayı istemesi değil, halktaki duyarlılığın kaybolmasıdır. Onlar eleştirmezse, iktidar her yaptığını doğru diye pazarlar. Onlar tepki göstermezse, iktidar keyfine göre davranır ve pervasızlaşır. Onlar sessiz kaldığında zulüm ve haksızlık meşrulaşır. Velhasıl onlar duyarlılıklarını yitirdiklerinde kötülük baki hale gelir.
Böyle bir ülke, korunanlar için cennet, öteki içinse cehennemdir. Mutlu olan, mutluluğunun baki kalması için çabalar ama cehennemi yaşayan bir an önce son bulması için uğraşır. Ne var ki ikisi de aynı gemidedir. Mutlu olan ötekini görmezden geldiğinde, mutsuz olanın gemiye verdiği hasar herkesin zarar görmesine yol açar. Bu yüzden kolay elde edilmemiş ve birlikte yaşamanın vazgeçilmezi olan değerleri asla unutmamak ve titizlikle uygulamak gerekir.
Bir ülkeyi baki kılan itaat değil, yapıcı eleştiri ve muhalefettir
Bir uygulama (iktidar) ne kadar başarılı olsa da, evrensel değerler onun “yanı”nda değil, rahatça görüp denetleyebilmek için “karşısı”nda durmak zorundadır. Gücü elinde bulunduran evrensel değerleri tekeline almamalı, sırtını onlara dayayarak konuşmamalı ve muhaliflerini onlardan yola çıkarak ötekileştirmemelidir. Herhangi bir düşüncenin mensubu iktidar koltuğuna oturduğunda, destekçileri onunla özdeş fanatik bir taraftar haline gelmemeli; bir denetçi ve hakem olmayı seçmelidir. Bunlar başarıldığında evrensel değerler yerelleşmemiş, yol gösterici ve hakem konumunu daima sürdürmüş ve hiç kimse kendini evrenselle özdeşleştirme, güç sarhoşluğuna kapılma imkânı bulamamış olur.
Uygulamayla (iktidarla) arasına bir mesafe koyduktan sonra bu mesafenin uzaklığı veya yakınlığı önemli değildir. Yakın durmak katkı yapmak için, uzak durmak ise denetlemek için elverişlidir. İnsanlar kendilerine yakın hissettikleriyle katkı yapmaya dönük, uzak gördükleriyle ise daha çok denetlemeye dönük ilişki kurmayı isteyebilirler. Ancak sağlıklı katkı için de, sağlıklı denetim için de en uygun konumun “karşı”sı olduğunu asla unutmamak gerekir. Değerler; “karşı”da durdukça ideal olarak kalır, hakem ve denetçi konumunu sürdürürler. Aksi halde evrensel yerelleşir, değerler siyasallaşır ve genel fayda şahsi çıkara dönüşür. Değerler iktidarın nesnesi haline gelir. Evrensel kavramlar iktidar propagandasının malzemesi olur, onun icraatlarını meşrulaştırmaktan başka bir şey yapamaz.
Bu durum aynı zamanda beka diye bir sorunun başladığı andır. Çünkü değerleri tekeline alarak “kurtuluşu” kendi iktidarına bağlayan lider, bu halin devamı için iktidarını baki kılmak zorundadır. Tüm mensuplarına asgari mutluluk vadeden bir ülke beka sorunu yaşamaz ama belli kesimleri mutlu edip diğerlerini ötekileştiren bir ülke daima o sorunu yaşayacaktır. Değerlerin tekelleşmesiyle çeşitli haklardan mahrum kalan öteki, radikalleşmekten ve mücadele etmekten başka bir yol bulamayacaktır.
Velhasıl bir ülke, kendinden olana koşulsuz itaatle değil, onu sürekli denetleme ve hata yapmasını engellemeyle baki kalır. Dünyanın en zengin, en güçlü ve en gelişmiş ülkesi olmak beka için yeterli değildir. Unutulmamalıdır ki tarih, adaletten uzaklaşmış nice güçlülerin yıkımlarıyla doludur.
Bir ülkeyi baki kılan liderin gücü değil, hukukun üstünlüğüdür
Vizyoner ve güçlü liderlik bir toplum için şans ve bir takdirdir. Fakat güçlü liderlik her zaman yapıcı sonuç vermez, ülkesini yıkıma götüren güçlü lider de az değildir. İslam güçlü liderliğin yıkıcı etkisine karşı istişareyi, yani paylaşım ve denetimi öğütlemiştir. Ne var ki bu öğüt, bazı istisnalar haricinde İslam tarihinde yeterince karşılık bulamamıştır. Şeriat adı verilen bir üst hukuka bağlılık olmasa, İslam tarihindeki liderliğin Batıdaki Tanrı Krallardan neredeyse hiç farkı yoktur. Ama şeriatın üstünlüğü fikri sayesinde belirgin bir fark oluşturulabilmiştir.
Batı, İslam tarihindeki bu farkı ancak modern dönemlerde fark etmiş ve Tanrılaşmış kralların hegemonyasından hukukun üstünlüğü fikriyle kurtulabilmiştir. Bu ilke (uygulandığı takdirde) aynı kurala bağlı olmasını sağlayarak güçlü ile zayıfı eşitler ve keyfiliği sona erdirir. Ezilmişin, güçsüzün ve ötekileştirilenin tek güvencesidir; bu yüzden ne olursa olsun kaybedilmemesi ve korunması gerekir.
Liderler, bazen hukuku ayak bağı olarak görürler. Mahkeme kararıyla durdurulan icraatlarını göze sokarak hukuku gözden düşürmeye çalışırlar. Destekçileri ise kolayca ikna olur; meydan okudukça liderlerini alkışlarlar. Ancak unutmamak gerekir ki, bir başkası iktidar olduğunda gücün yıkıcılığına karşı onları koruyacak olan yine hukuktur. Siyasetin hukuka riayet etmediği toplumlarda mahkemelerin yanlı karar verdiği bir gerçektir. Hatta evrensel doğrular olmadığı için kanunlarda da yanlışlar çıkar. Ancak yanlı kararlarla ve kanunlardaki yanlışlıklarla hukuku çiğneyerek değil, yanlış yönlerini ortak akılla düzelterek mücadele edilir.Bugün kendi lideri için hukuktan vazgeçen, yarın ihtiyaç duyduğunda kendisini koruyacak bir hukuk bulamaz.
Bir ülkeyi baki kılan, kendine reva gördüğünü kendinden olmayan için de istemektir
Kendinden olanı kayırmamak ve insan olan herkese aynı gözle bakmak, öylesine zor ve adaletin tesisi için o kadar vazgeçilmezdir ki; “Allah için adaleti ayakta tutan şahitler olun. Bir topluluğa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin” (5/8), “Kendiniz, ana babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa sırf Allah için şahitlik edin ve adaleti gözetin” (4/135) sözleriyle göklerin hitabına yansımıştır. Ne var ki yeri geldiği zaman Müslümanlığına toz kondurmayan ve dün baskı görürken feryat eden birçok kimse, bugün kendi partisini veya liderini eleştirenlere daha beterini reva görmekte ve memnuniyetle izlemektedir. Dün kendi seslerinin kısıldığından yakınanlar, bugün farklı söz söyleyenlerin gırtlağını sökmektedir. Dün devlet kapılarından kovulan, haksız yargılamalarla terörist muamelesi gören insanlar, bugün kendisi gibi olmayanlara dünyayı dar etmektedir.
Oysa adaletin teminatı ötekidir. Kendine reva gördüğünü öteki için de istemedikçe hak yerini bulmaz. Gücü eline geçiren dünyayı diğerine zindan eder. Dünün mazlumu bugünün zalimi olur.