Popülizm kavramı ve popülist siyaset, hiç şüphesiz son yıllarda ülkemizin ve dünyanın siyasi ikliminde son derece belirleyici bir rol oynadı. ?Team Populism´ araştırma grubunun yaptığı popülist liderler anketinde birçok farklı siyasi gelenekten bahsetmek mümkün. Dindar sağ, gelenekçi sağ, devrimci sol, reformist sol, ırkçı şovenist, milliyetçi-ulusçu çizgiden birçok lider popülist yöntemlere başvuruyor.
Sol gelenekten Hugo Chavez ve Maduro, gelenekçi cumhuriyetçi çizgide Trump, gelenekçi ulusçu çizgide Putin, ırkçı şovenist çizgide Orban, dindar sağ çizgide Erdoğan popülist liderlerde ilk göze çarpanlardan. Dünya genelinde din ve gelenek eksenli popülizm üreten nadir ülkelerden biriyiz, araştırmada başka bir örneğe rastlamadım.
Werner Müller´in popülizm tanımı üzerine bu kavramı açacak olursak, bu kavramın belli başlı birkaç özelliğe sahip olduğu açıkça görülür. Popülizm, ülkedeki mevcut vesayet anlayışına karşı milletin çoğunluğunun taleplerini, ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir dille, yöneten seçkinci- elitizme karşı, yasanın sınırlarını aşarak kural tanımaz bir siyaset politikası üretmek anlamına geliyor.
Popülizm için tek geçerli ilke çoğunluğun taleplerini siyasete taşımaktan ibaret. Bunun etik ve hukuksal bir değere karşılık gelmesi gerekmiyor, hatta bu normlar çoğunluğun talepleriyle çatışıyorsa, yasal normların ortadan kaldırılması popülist liderlerin en temel karakteri oluveriyor. Çoğunluğun karşıt siyasi pozisyonunda duran grup ya da gruplarınsa hiç bir talebi siyasette dikkate alınmıyor, yer yer bir devletin en temel varoluşsal güvenlik paradigması olan vatandaşın can ve mal güvenliği bile tehlikeye düşebiliyor.
Popülist siyasetin bir diğer önemli özelliği de Müller´in de dediği üzere, ?sadece halkın bir kesimi gerçekten halktır? savı. Siyasi söylem bu temel üzerine oturur ve ?gerçek halk? ya da ?milletin özü? vurgusu ön plana çıkarılmakla beraber, gerçek olarak addedilen bu halkın ahlaken saf ve iradi olarak mükemmel olduğu varsayılır. Bu noktaya gelindiğine ise toplumda bireysellik yok olmaya yüz tutar. John Stuart Mill´in de ?Özgürlük Üzerine ve Seçme Yazılar? isimli eserinde belirttiği gibi popülizmin yarattığı çoğunluk diktatörlüğü, diğer diktatörlüklerden farklı olarak meşruluk kaynağını halktan aldığı için, onun zulmetme araçları çok daha ağır bir şekilde karşımıza çıkar ve siyasi baskı çeşitlerinin çoğundan daha korkunç bir hâl alabilir. Çünkü meşruluğunu halktan almayan diktatörlüklerde her zaman değişim ve gelişim imkânları veya mücadele etme imkânları mevcutken, popülist çoğunlukçu siyaset meşruiyetini halktan aldığı için, karşısında mücadele etmek çok daha zorlayıcı bir hâl alır.
Türkiye pratiğine bakarsak, AK Parti´nin ürettiği popülist siyasetin Kemalist vesayet karşısındaki tutumunu ele almak meselenin anahtar konumunda bulunuyor.
Cumhuriyet´in yaklaşık bir asırlık vasisi konumunda olan Kemalizm, ülkenin meşru demokrasi standartlarının arkasında devletin kırmızı çizgilerini belirleyen bir vasi konumundaydı. Bu vasi yer yer demokrasiye müdahale hakkını kendinde görüyor, milletin çoğunluğunun talepleri yerine sistemin rasyonel ajandasını dünyayla çatışmadan uygulamayı nispeten başarabiliyordu. Hatta bazen rayından çıkma tehlikesi olan demokrasiyi tekrar kendi mecrasına koymak gibi hamleler dahi yapabiliyordu.
AK Parti, mevcut vesayetin en temel karakteri olan agresif laiklikle çatışmayı göze alarak, kamusal ve sivil alanda bölümlenmiş vatandaşın din ve inanç özgürlüklerini tamamlamak savıyla iktidara geldi. Dönemin ekonomik tablosu da en belirleyici etkenlerdendi şüphesiz. Vesayetin seçkinci ve çoğunluğu dikkate almayan tavrına karşılık, milletin çoğunluğunun taleplerini siyasi arenaya taşıdı. Bunu yaparken her geçen yıl, ötekileştirici dilin şiddetini artırdı. Nihayet vesayet yıkıldıktan sonra, milletin çoğunluğunun talepleri ve ötekileştirici dilin, yasanın egemenliğini aşarak yeni bir vasi yarattığı görülmeye başladı. Keyfi uygulamalara dayalı bir vasinin ayak izleri duyuluyordu.
Bu yeni parti devlet vesayetinin, Kemalist vesayetten elbette oldukça fazla farklılığı var...
Kemalist vesayet, nihayetinde sistemin kırmızı çizgilerini koruma görevini kurumsal mekanizmalara dağıtmıştı. Bunların başında kuvvetler ayrılığı ve yargı, arzu edilen doğrultuda eğitim politikası ile çağa uyumlu nesiller yetiştirmek, sistemin sonundaysa laik cumhuriyetin teminatı ordu bekliyordu. Bu kurumsal vesayet, dünyanın evrensel hukuk standartlarına asgari bir uyum çabasındaydı elbette. Dünyadan kopmamak gibi, ulus devletin itibarı gibi birtakım endişeler gözetiyordu. Üstelik ağır aksak da olsa demokrasinin şartları içerisinde rejimin devamını sağlamak gibi bir görevi de vardı. Kişilerden bağımsız, yasaları gözeten, bürokraside liyakate daha çok önem veren ve kamusal menfaatin çoklu paylaşım noktasına gelmesinde katkıları da inkâr edilemez.
Vesayet mukayesesinde en önemli ayrımlardan birisi vesayetin kişiler veya kurumlarla ilişkisi, zira bu mesele vesayetin ömrünü, ufkunu, dünyayla entegrasyonunu ve milletin refahını doğrudan etkiliyor.
Bugün başkanlık sistemiyle beraber, tek kişide toplanan tüm yetki ve idare yeni vesayetin en temel özelliği ve en büyük problemi olsa gerek. Kişi ya da lider üzerine kurulmaya çalışılan bir vesayetle ilk defa tanışıyoruz. Bu durum, devletin uzun vadeli kurumsal bir devamlılıktan ziyade kişilere bağlı her dönem yeni bir vasiyle karşılaşacağımız anlamına geliyor. Böylelikle, devletin tüm kurumlarının, her başkan döneminde adeta yeni bir devlet kurarcasına büyük ve acımasız siyasi hesaplara kurban gitme tehlikesini de beraberinde getiriyor. Üstelik yeni vesayette dünyada ulus devletin itibarı, eğitim politikasının evrensel standartlara uyumu, güvenlik paradigmasının uzun dönemde hangi milli menfaat anlayışı ile şekilleneceği de belirsiz. Dolayısıyla bu vesayetin gelecek kaygısının yalnızca kendi iktidarıyla sınırlı olması muhtemel görünüyor. Devlet denilen organik mekanizmanın ise yarınlara hangi kurumsal akılla taşınacağını kimse bilmiyor.
Popülist siyaset vesayet ilişkisinde, iktidar demokrasi içerisinde denge denetleme mekanizmasından kurtulursa bir otokrasi doğurabiliyor. Tek kişinin ortaya koyacağı keyfi uygulamalar; çoğunluğun taleplerinin evrensel hukuki normlara uygunsuzluğu ve kamusal menfaatin tek taraflı acımasızca paylaşımı otoriter bir rejimin en temel göstergeleri. Zira demokrasilerde sandık ancak gerek şart olabilir fakat asla yeter şart değildir. Çoğulcu bir anayasa, denge denetim, kurumsal ve kamusal aleniyet yani şeffaflık, sivil yapıların güçlendirilmesi, devletin sınırlı bir alanda sınırlı bir yetkiyle, vatandaşın özgürlük haklarının teminini sağlaması yeter şartlardan en önemlileri. Oysa popülist siyaset yeni vesayetini inşa ederken, demokrasiyi yalnızca sandıkla tanımlıyor, bu sistemin bir diğer arızasıysa burada karşımıza çıkıyor.
Sonuncusu ve belki de en önemlisi, popülizmin kavramsal olarak vesayete karşı bir direnişi temsil etmesi noktasında saklı. Mevcut vesayete karşı çoğunluğun talepleriyle popülizm kuran ve bununla yürüyen bir iktidar, yeni vasi kendisi olduğunda popülist siyaset artık anlamsızlaşıyor. Çünkü kendisi artık vesayeti temsil ettiğinden, ona karşı muhalefette yeni popülizm alanları otomatik olarak doğmuş oluyor. Yani hem vasi olup hem de vesayete karşı popülizm yapmak imkânsız. Parti devlet bugünlerde tam da bunu deniyor. Son dönemlerde iktidarın mahalli idareler üzerinden kurduğu popülist siyasetin işlevsizleşmesi ve çökme alametleri göstermesi bunun en önemli kanıtıdır.