Kemal Can; Duygu siyaseti

Hafta başında Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın tahliye edilmesinden sonra, pek çok konuda olduğu gibi yine “duygu siyaseti” öne çıktı. Ortaya çıkan hukuki veya siyasi durum, yine “sevindim-üzüldüm” parantezine sıkıştı...

Kemal Can; Duygu siyaseti

Hafta başında Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın tahliye edilmesinden sonra, pek çok konuda olduğu gibi yine “duygu siyaseti” öne çıktı. Ortaya çıkan hukuki veya siyasi durum, yine “sevindim-üzüldüm” parantezine sıkıştı. Sevinmenin veya üzülmenin politik bir pozisyon olarak sunulduğunu, duygu mecburiyetlerinden siyasi rasyonel imal edildiğini izledik. Ne hukuki olan kısmı ne de bunun siyasi karşılığı, duygusal filtrelerden geçmeden, sıfatlarla yüklenmeden konuşuldu.

Duyarlılık, farkındalık, empati, sempati, nefret, intikam, merhamet, nedamet, yakınlık, affetmek, hürmet, sevmek, sevmemek, yatkınlık, mesafe, suçluluk. Liste daha da uzatılabilir. Bunların hemen hepsi son derece kişisel duygu halleri. İnsanların moral dünyalarında, kültürel ve ahlaki, bazen siyasi referanslarıyla yoğurduğu ve –nedenleri sorgulansa bile- çoğunlukla hesabı sorulamayacak hissetme biçimleri. Birini sevip sevmemek, bir şeyden pek hoşlanmamak, bir duruma çok kızmak, özel duyarlılıklar veya umursamazlıklar belki kınanabilir ama kimse şöyle ya da böyle hissetmeye zorlanamaz. Fakat bütün bu duygu halleri, insanı dünya ve diğer her şeyle bağlayan, onlarla ilişkiyi belirleyen/biçimleyen temel motivasyonu oluşturuyor. Bu yüzden de duyguların aşırı kişiselliği, onları bağlayıcı bir toplumsal sonuçtan uzakta tutamıyor. Bilimsel, rasyonel gerekçeler bulunsa bile siyasal davranış ve tepkiler, duygu dünyasından geçerek son şeklini alıyor. Her düzeydeki ilişki, insanların birbiriyle, dünyayla ve durumlarla teması, duygu adaptörleriyle kuruluyor. Bazen de duygusal hezeyanlar rasyonel gerekçeler imal edilerek siyasileşiyor.

Teorik olarak –aslında pratikte de- insanların ne düşündüklerini, ne hissedeceklerini –etkilemek, dikte etmek, sınırlamak, hatta cezalandırmak belki mümkün – belirlemek imkansız. Ancak her düzeydeki bütün iktidarlar ve onlara kaynak sağlayan tüm ideolojik iddialar, asıl olarak duygu-düşünce dünyalarını yönetmek istiyor. Çeşitli nedenlerle ortaya çıkan, çıkması gereken –kanın (soyun) gerektirdiği, inancın zorladığı, coğrafyanın sağladığı- mecburi (doğal) hislerden bahsediyorlar. Öyle hissedilmeyince mutlaka bir eksiklik, bozukluk olduğunu anlatıyorlar. Düşünülenin, hissedilenin kişiselliği ve özgürlüğü de, iddia edildiği gibi başkasının sınırına temas ettiğinde değil, aslında bu mecburiyet çizgilerini geçtiğinde sorun oluyor. İnsanın karmaşık duygu dünyası aynı karmaşıklıktaki toplumsal alanla çakıştığında, ortaya çıkan kanlı gerilimi yatıştırabilmek için bulunmuş formül evrensel hukuk ve insan hakları. Birbirini boğazlamadan yaşayabilmenin bu temel kurallarını oluşturmanın zemini de açık siyasal alan. Fakat insanlar, normlar ve özellikle de kuralların durumlara uyarlanması hakkında duygu diliyle konuşmaktan vazgeçemiyor. Duygu mecburiyeti dayatanlar da bu dili seviyor, teşvik ediyor. Siyasi iktidar –en azından algısı-ile birlikte yaygın politik tepki biçimi de şahsileşiyor. Ne hissedildiği – bazen hissedildiği iddia edilen açıkça yalan olsa da- her şeyden önemli oluyor.

Hafta başında Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın tahliye edilmesinden sonra, pek çok konuda olduğu gibi yine “duygu siyaseti” öne çıktı. Ortaya çıkan hukuki veya siyasi durum, yine “sevindim-üzüldüm” parantezine sıkıştı. Sevinmenin veya üzülmenin politik bir pozisyon olarak sunulduğunu, duygu mecburiyetlerinden siyasi rasyonel imal edildiğini izledik. Ne hukuki olan kısmı ne de bunun siyasi karşılığı, duygusal filtrelerden geçmeden, sıfatlarla yüklenmeden konuşuldu. Vicdanını rahatlatmak veya içinin asla soğumaması dışında bir yoruma alan kalmadı. İnsanlar hissettiklerini bir politik zorunluluk olarak dayattılar veya politik pozisyonlar hissetme mecburiyetine çevrildi. Hayli geniş bir parantez açılarak, yaptıkları yüzünden bu insanların hak ettiklerinden bahsedenler genel hukuki normları önemsizleştirdiler. Meseleyi fazlasıyla şekli okumaya çalışanlar ise vicdani normları göz ardı etmeye çalıştılar. Söz konusu insanların kim olduklarıyla, kimliksiz olan haklar birbirine karıştı.

Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın tahliyesine tepkinin en büyük gerekçesi, Ergenekon ve Balyoz davalarındaki tutumlarıyla neden oldukları acılar. Fakat söz konusu insanlar bu davalardaki tutumları veya bu acılara katkıları nedeniyle yargılanmadılar. “Fark etmez” demek bir hissiyatı tarif eder belki ama adil ve savunulabilir bir hukuku değil. Bir başka tepki nedeni, bu kişilerin yaptıklarının gazetecilik olmadığı görüşü. Fakat tıpkı daha önce Altan’ın başında olduğu Taraf Gazetesi’nin attığı “gazetecilikten tutuklanmadılar” manşetinde olduğu gibi bu iddia, yapılan bir yanlışın değil olasılığın yargılanmasının önünü açıyor. Açılan bu kapıdan da, “bombadan daha tehlikeli kitaplar”, “ayaklanma başlatan tiyatro oyunları” giriyor. Tahliye edilen isimlerin kumpaslar kuran, darbe girişimine kalkışan yapıyla ilişkileri hakkındaki kanaatler de tahliyelere tepkilere neden oldu. Hatta iktidara sonradan yakınlaşmış çevrelerin de dahil olduğu “mücadele tavsıyor” tartışmaları yaşandı. Son yıllarda çok duymaya başladığımız “iltisak” kavramını genişletmenin, kanaatin delil yerine geçmesi gibi bir sonuç doğurduğunu, bunun da pek hayırlı olmadığını hiç unutmamak gerekir. Diğer taraftan bakınca da, kullanması gereken haklar konusunda kim oldukları önemli olmayan insanların, yaptıkları açısından kimliksiz sayılamayacakları da bir gerçek.

Hukuki –belki siyasi- bir sürecin, ortaya çıkan yeni bir durumun, insanların duygu haliyle politikleştirilmesinin tek örneği Ilıcak ve Altan’ın tahliyesi değil. Son yıllarda siyasi meselelerin hemen hepsinde bir duygusal bagajın devreye sokulduğunu, buna artan bir hevesle katılanların arttığını görüyoruz. Ucu savaşa açılan bir dış politika hamlesinde, herhangi bir tarihi yüzleşme girişiminde hemen duygu siyaseti karşımıza çıkıyor. Sıfatlarla bezeli büyük laflarla hissetme mecburiyetleri ilan ediliyor. Öyle hissetmeyenin düşman, en azından eksik olduğu anlatılıyor. Başka türlü hisseden veya farklı bir duygu mecburiyeti kurmaya çalışanlar “duyar kasma” suçlamasıyla karşılaşıyor. Hatta bir şey hissetmeden soğukkanlı bakmayı deneyenler küçümseniyor. Örneğin Suriye’ye asker göndermek, askerlerin yeterince sevilip sevilmediği üzerinden tartışılabiliyor. Milliyetçi eğitim doktrinasyonunu veya (AP’de) kayyım eleştirisini hakaret gibi algılayanlar çıkıyor. Bütün çocuklara Talat ismini koymanın siyasi bir tepki olabileceğini akıl edenler oluyor. Seçim stratejileri üzerine yapılan sert siyasi tartışmalar, vefa, küsme gibi duygusal argümanlara yaslanabiliyor. Tamam insan pek duygusal bir varlık, aşırı rasyonellik de hayırlı bir şey değil ama sevgi-nefret parantezi de açık siyaset yapmak ve adil bir dünya kurmak için fazla dar.


Kemal Can kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004)

Hafta başında Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın tahliye edilmesinden sonra, pek çok konuda olduğu gibi yine “duygu siyaseti” öne çıktı. Ortaya çıkan hukuki veya siyasi durum, yine “sevindim-üzüldüm” parantezine sıkıştı. Sevinmenin veya üzülmenin politik bir pozisyon olarak sunulduğunu, duygu mecburiyetlerinden siyasi rasyonel imal edildiğini izledik. Ne hukuki olan kısmı ne de bunun siyasi karşılığı, duygusal filtrelerden geçmeden, sıfatlarla yüklenmeden konuşuldu.

Duyarlılık, farkındalık, empati, sempati, nefret, intikam, merhamet, nedamet, yakınlık, affetmek, hürmet, sevmek, sevmemek, yatkınlık, mesafe, suçluluk. Liste daha da uzatılabilir. Bunların hemen hepsi son derece kişisel duygu halleri. İnsanların moral dünyalarında, kültürel ve ahlaki, bazen siyasi referanslarıyla yoğurduğu ve –nedenleri sorgulansa bile- çoğunlukla hesabı sorulamayacak hissetme biçimleri. Birini sevip sevmemek, bir şeyden pek hoşlanmamak, bir duruma çok kızmak, özel duyarlılıklar veya umursamazlıklar belki kınanabilir ama kimse şöyle ya da böyle hissetmeye zorlanamaz. Fakat bütün bu duygu halleri, insanı dünya ve diğer her şeyle bağlayan, onlarla ilişkiyi belirleyen/biçimleyen temel motivasyonu oluşturuyor. Bu yüzden de duyguların aşırı kişiselliği, onları bağlayıcı bir toplumsal sonuçtan uzakta tutamıyor. Bilimsel, rasyonel gerekçeler bulunsa bile siyasal davranış ve tepkiler, duygu dünyasından geçerek son şeklini alıyor. Her düzeydeki ilişki, insanların birbiriyle, dünyayla ve durumlarla teması, duygu adaptörleriyle kuruluyor. Bazen de duygusal hezeyanlar rasyonel gerekçeler imal edilerek siyasileşiyor.

Teorik olarak –aslında pratikte de- insanların ne düşündüklerini, ne hissedeceklerini –etkilemek, dikte etmek, sınırlamak, hatta cezalandırmak belki mümkün – belirlemek imkansız. Ancak her düzeydeki bütün iktidarlar ve onlara kaynak sağlayan tüm ideolojik iddialar, asıl olarak duygu-düşünce dünyalarını yönetmek istiyor. Çeşitli nedenlerle ortaya çıkan, çıkması gereken –kanın (soyun) gerektirdiği, inancın zorladığı, coğrafyanın sağladığı- mecburi (doğal) hislerden bahsediyorlar. Öyle hissedilmeyince mutlaka bir eksiklik, bozukluk olduğunu anlatıyorlar. Düşünülenin, hissedilenin kişiselliği ve özgürlüğü de, iddia edildiği gibi başkasının sınırına temas ettiğinde değil, aslında bu mecburiyet çizgilerini geçtiğinde sorun oluyor. İnsanın karmaşık duygu dünyası aynı karmaşıklıktaki toplumsal alanla çakıştığında, ortaya çıkan kanlı gerilimi yatıştırabilmek için bulunmuş formül evrensel hukuk ve insan hakları. Birbirini boğazlamadan yaşayabilmenin bu temel kurallarını oluşturmanın zemini de açık siyasal alan. Fakat insanlar, normlar ve özellikle de kuralların durumlara uyarlanması hakkında duygu diliyle konuşmaktan vazgeçemiyor. Duygu mecburiyeti dayatanlar da bu dili seviyor, teşvik ediyor. Siyasi iktidar –en azından algısı-ile birlikte yaygın politik tepki biçimi de şahsileşiyor. Ne hissedildiği – bazen hissedildiği iddia edilen açıkça yalan olsa da- her şeyden önemli oluyor.

Hafta başında Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın tahliye edilmesinden sonra, pek çok konuda olduğu gibi yine “duygu siyaseti” öne çıktı. Ortaya çıkan hukuki veya siyasi durum, yine “sevindim-üzüldüm” parantezine sıkıştı. Sevinmenin veya üzülmenin politik bir pozisyon olarak sunulduğunu, duygu mecburiyetlerinden siyasi rasyonel imal edildiğini izledik. Ne hukuki olan kısmı ne de bunun siyasi karşılığı, duygusal filtrelerden geçmeden, sıfatlarla yüklenmeden konuşuldu. Vicdanını rahatlatmak veya içinin asla soğumaması dışında bir yoruma alan kalmadı. İnsanlar hissettiklerini bir politik zorunluluk olarak dayattılar veya politik pozisyonlar hissetme mecburiyetine çevrildi. Hayli geniş bir parantez açılarak, yaptıkları yüzünden bu insanların hak ettiklerinden bahsedenler genel hukuki normları önemsizleştirdiler. Meseleyi fazlasıyla şekli okumaya çalışanlar ise vicdani normları göz ardı etmeye çalıştılar. Söz konusu insanların kim olduklarıyla, kimliksiz olan haklar birbirine karıştı.

Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’ın tahliyesine tepkinin en büyük gerekçesi, Ergenekon ve Balyoz davalarındaki tutumlarıyla neden oldukları acılar. Fakat söz konusu insanlar bu davalardaki tutumları veya bu acılara katkıları nedeniyle yargılanmadılar. “Fark etmez” demek bir hissiyatı tarif eder belki ama adil ve savunulabilir bir hukuku değil. Bir başka tepki nedeni, bu kişilerin yaptıklarının gazetecilik olmadığı görüşü. Fakat tıpkı daha önce Altan’ın başında olduğu Taraf Gazetesi’nin attığı “gazetecilikten tutuklanmadılar” manşetinde olduğu gibi bu iddia, yapılan bir yanlışın değil olasılığın yargılanmasının önünü açıyor. Açılan bu kapıdan da, “bombadan daha tehlikeli kitaplar”, “ayaklanma başlatan tiyatro oyunları” giriyor. Tahliye edilen isimlerin kumpaslar kuran, darbe girişimine kalkışan yapıyla ilişkileri hakkındaki kanaatler de tahliyelere tepkilere neden oldu. Hatta iktidara sonradan yakınlaşmış çevrelerin de dahil olduğu “mücadele tavsıyor” tartışmaları yaşandı. Son yıllarda çok duymaya başladığımız “iltisak” kavramını genişletmenin, kanaatin delil yerine geçmesi gibi bir sonuç doğurduğunu, bunun da pek hayırlı olmadığını hiç unutmamak gerekir. Diğer taraftan bakınca da, kullanması gereken haklar konusunda kim oldukları önemli olmayan insanların, yaptıkları açısından kimliksiz sayılamayacakları da bir gerçek.

Hukuki –belki siyasi- bir sürecin, ortaya çıkan yeni bir durumun, insanların duygu haliyle politikleştirilmesinin tek örneği Ilıcak ve Altan’ın tahliyesi değil. Son yıllarda siyasi meselelerin hemen hepsinde bir duygusal bagajın devreye sokulduğunu, buna artan bir hevesle katılanların arttığını görüyoruz. Ucu savaşa açılan bir dış politika hamlesinde, herhangi bir tarihi yüzleşme girişiminde hemen duygu siyaseti karşımıza çıkıyor. Sıfatlarla bezeli büyük laflarla hissetme mecburiyetleri ilan ediliyor. Öyle hissetmeyenin düşman, en azından eksik olduğu anlatılıyor. Başka türlü hisseden veya farklı bir duygu mecburiyeti kurmaya çalışanlar “duyar kasma” suçlamasıyla karşılaşıyor. Hatta bir şey hissetmeden soğukkanlı bakmayı deneyenler küçümseniyor. Örneğin Suriye’ye asker göndermek, askerlerin yeterince sevilip sevilmediği üzerinden tartışılabiliyor. Milliyetçi eğitim doktrinasyonunu veya (AP’de) kayyım eleştirisini hakaret gibi algılayanlar çıkıyor. Bütün çocuklara Talat ismini koymanın siyasi bir tepki olabileceğini akıl edenler oluyor. Seçim stratejileri üzerine yapılan sert siyasi tartışmalar, vefa, küsme gibi duygusal argümanlara yaslanabiliyor. Tamam insan pek duygusal bir varlık, aşırı rasyonellik de hayırlı bir şey değil ama sevgi-nefret parantezi de açık siyaset yapmak ve adil bir dünya kurmak için fazla dar.


Kemal Can kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004)