Geçenlerde yine bir kadına şiddet hâdisesi ile karşılaştık. Adamın biri, kendisinden ayrılan ve barışma teklifini reddeden eski nişanlısının yüzüne kimyasal atmış ve ağır yaralanmasına sebep olmuştu. Kızcağızın hayâtını karartan bu hâdisenin dramatik boyutu üzerinde durmayacağım. Beni asıl sarsan, sanığın emniyette verdiği ifâde oldu. “Kelimelerin yapamayacağını kimyasal ile yaptım” diyordu. Çok sarih olarak anlaşılıyor ki, bu şahıs duygularını ifâde etmek istemiş; lâkin tıkanmış ve şiddette karar kılmış.
Evvelemirde kabûl etmek lâzım gelir ki, insanların duyguları her zaman kelimelerde karşılık bulamıyor. Hakikâtte sözün bittiği yerler, anlar var. Şiir, ki kelimelerin en ince tornalardan geçirildiği bir sanattır, bîçâre kalabiliyor. Hattâ şâirler arasından bunu îtiraf edenler çıkabiliyor. Meselâ Orhan Veli’nin “Anlatamıyorum” şiirinde dile getirmeye çalıştığı, kelimelerin kifâyetsiz kaldığı durumlar, anlar var. Bâzı çevreler, bu kifâyetsiz durumlarda müziğe dikkât çeker. Evet, müzik, bilhassa da sözsüz olanları, meselâ Aldous Huxley’in de işâret etmiş olduğu üzere anlatılamayanı anlatmaktır.
Medenîyet kaygısı da bir bakıma, kelimelerde karşılığını bulamayan ve bu sebeple insanı baskılayan duygularla başa gelme kaygısıdır. Her medenî durum, kaçınılmaz olarak, ahlâk kâideleri üzerinden bir disiplin ağı oluşturur. Ama sâdece disiplin bu kaygıyı gidermeye yetmez. Hattâ mesele sâdece ahlâkî disiplin olarak kalırsa, boğucu bir tesir doğurur ve iki yüzlü tepkimelere sebep olur. Medeniyetin sert yüzünü oluşturan disiplinden hâriç olarak, onun yumuşak yüzünü anlatan estetik bir şekillenme göstermesi, biraz da bunu telâfî etmek, dengelemek için olsa gerekir. Şiiri ve müziği olmayan medeniyet yoktur. Çünkü eğer, söz ve ses sanatlarıyla karşılık bulmazsa, o duygular insanları ele geçirir ve çok defa başkaları için zarar doğuracak, berâber yaşama düzenini bozacak tuhaf davranışlara sürükler.
İnsanların sevdikleri tarafından terk edilmesi çok sık rastlanabilecek bir durumdur. Şâirler de bu terk edilmişlik duygusunun üzerine sayısız şiir yazmışlar, bu dramatik hâlin nasıl karşılanacağını ince ince anlatmışlardır. Meselâ aklıma Bağdatlı Rûhî’nin o muhteşem dizeleri geliyor. Sevgilisini elinden alan “rakibine” şöyle sesleniyor Bağdatlı Rûhî: “Künc-i mihnette râkibâ, bizi tenhâ sanma, yâr ger sende yatursa, elimi bende yatur”.. Edebiyatçılardan izin alarak ifâde etmeye çalışayım. Meâli kabaca gâliba şu: Ey rakibim, içine itildiğim ızdırap köşesinde beni yalnız zannetme.. Eğer sevgili senin koynunda yatıyorsa, acısı da benim sinemde yatıyor”... Bağdatlı Rûhî, insanlara, sevgili için elem çekmenin, ona sâhipolmaktan daha yüce bir duygu olduğunu anlatıyor. Fuzûlî, Leylâ vü Mecnun’da, Mecnûn’un Leylâ’ya kavuşması kabilken, oradan derhâl uzaklaşmasını anlatır. Başka bir şiirinde ise, “Aşk derdiyle hoşem, el çek ilâcımdan tabip, kılma dermân kim, helâkim zehr-i dermânındandır” diyor. Meâli şu: “Aşkın derdiyle hoşnutum ey tabip; yaramdan elini çek. Bana derman olarak hazırladığın merhemlerdir asıl beni helâk edecek olan..
Eski divanlarda bunun gibi sayısız şiir var. Çıkar ve sâhip olma tutkusuna şartlanmış olan modern insanlar, bu kadim şiirlere rastladığında, muhtemelen onlara karikatür muamelesi yapar. Bunlar “züğürt tesellisi” der, geçer. Zâten modern eğitim târihimiz, evvelâ bu şiirleri, milletin -affedersiniz ulusun-kalkınma azim ve kararlılığını çelmeleyecek birer uyuşturucu olarak alay konusu hâline getirip lânetledi. (Lisede, edebiyât öğretmenimizin bu şiirleri kahkahalarla okuduğunu ve biz tıfılların da ona katıldığımızı yüzüm kızararak hatırlarım). En beteri, kurucu kadrolar bu şiirin dili olan Osmanlı Türkçesi ile oynadılar. Daha sonra gelen muhafazakâr iktidarlar ise, gûya ihyâ etmek adına onları kaba saba müfredatların içine sıkıştırdılar. Nesillere yeniden o zevkı kazandırmak değildi bu. Hâsılı, duygularımızla nasıl başa çıkacağımızı öğreten çok büyük bir hazine göz göre göre çar çur oldu gitti.
Kelimeler kifâyetsiz kalabilir. Anlarım..Tavsiyem müziktir. Ama, kelimelerin fukaralaşması, kifâyetsizleşmesi, ifâde kısırlıkları başka bir şey olmalıdır. Türklerin de meselesi bu. Geri dönüş mümkün mü? Bunun bana çok zor göründüğünü îtiraf etmeliyim. Yeni iletişim teknolojisi bunu neredeyse tekmil boşa çıkarıyor. Neohiyegrolif bir evredeyiz. Emojiler kelimelerin yerini alıyor. Jacques Ellul’ün mühim kitabının başlığı artık hayâtımızın bizzât kendisi oldu. “Sözün Düşüşü”nü, îtibâr kaybedişini idrâk ediyoruz. Hakikât’in saltanatı sona erdi. Kaba bir gerçekçilik içinde yaşıyor, somut olarak beş duyumuza karşılık gelmeyen hiçbir şeye inanmıyoruz. Kelimelerinin kâhir ekseriyetini kaybetmiş bir millet olarak bu hâli, başka milletlerden daha katmerli yaşamakta olduğumuzu kabûl etmeliyiz. Kelimelerin sönümlendiği bir dünyâda kimyasalların onun yerini almasını çok da yadırgamamak lâzım. Sâdece bu sanık için değil. Trafikte kanlı bıçaklı olan, sitelerde, sokaklarda, parklarda birbirine giren, her gece TV’lerdeki tartışma programlarında futboldan siyâsete, ağızlarından köpük saçarak, bağıra çağıra konuşan adamlar da bu kimyasal dünyânın birer parçası. Kimyâsallar sâdece çevreyi ve bedenlerimizi tahrip etmedi; zihin ve dil dünyâmız da bundan nasibini aldı..